"SÖMESTRE TATİLİ"
Karayip Denizi kıyısındaki Tortuguero
Plaza Bolivar Meydanı
Teleferikle Monserrat Tepesi
17 yüzyıl koloni dönemini ve kölelik tarihi
Arenal Volkanik Dağı, volkanik tüfler, kaldera.
21 Ocak cumartesi gününü 22-Ocak Pazar gününe bağlayan gece saat 23:00’te Atatürk Havalimanı THY kontuarlı önünde buluşma. Gerekli işlemlerden sonra Pazar gününün ilk saatleri olan 02.05’te THY ile Kolombiya’nın başkenti Bogota’ya doğrudan uçuş. Aynı günün sabahında saat 08:00’de Bogota’ya varış. Özel araç ve yerel rehberimiz eşliğinde önce bir restorana gidip kahvaltı yapıyor ve bir süre dinleniyoruz. Öğleden sonra ise Plaza Bolivar Meydanı ve çevresini yürüyerek dolaşıyoruz. Sonrasında otelimize yerleşiyoruz. Geceleme Bogota’da.
Sabah kahvaltısından sonra otelimizden ayrılıyoruz. Özel araç ve rehberimiz eşliğinde tam günlük Bogota turumuz başlıyor. Plaza Bolivar meydanı, Parlemento binası, tarihi Candelaria mahallesi ve renkli sokakları geziyoruz. Sonraki durağımız ise altın müzesi olacak. Öğleden sonra teleferikle rakımı 3000’in üzerinde olan Monserrat Tepesine çıkıyoruz ve şehri kuş bakışı izliyoruz. Akşama doğru havalimanına gidiyoruz. Buradan iç uçuşla ülkenin karayip Denizi kıyısında bulunan tarihi koloni kenti Cartagena’ya uçuyoruz. Varışımızın ardından özel aracımızla otelimize transfer oluyoruz. Otele yerleştikten sonra hep birlikte yemek yiyip bir tur atıyoruz ve tekrar otelimize dönüyoruz.
Sabah kahvaltısının ardından UNESCO tarafından dünya miras listesine alınan Cartegena tarihi ve renkli sokakları yerel rehberimiz eşliğinde geziyoruz. San Felibe Kalesi, San Pedro Kilisesi, 17 yüzyıl koloni dönemini ve kölelik tarihinin anlatıldığı Müzeyi geziyoruz. Sonrasında alışveriş ve forografiçin tarihi sokaklarda tur atıyoruz. Akşam hep birlikte güzel bir mekanda yemek yiyoruz. Geceleme Cartegena’da.
Sabah kahvaltısı sonrası havalimanına transfer, Avianca Air ile Bogota-Panama City aktarmalı olarak Kosta Rica’nın başkenti San Jose’ye uçuş. Başkente varışımızın ardından özel aracımızla otobana çıkıp Monteverde ye doğru yola çıkıyoruz. Zengin tropikal bitki örtüsü ve güzel manzaralar görerek yol alıyoruz. Akşam üzeri tropikal ormanlık bölgede bulunan otelimize yerleşiyoruz.
Kahvaltı sonrası otelden ayrılıyoruz. Özel aracımızla tropikla doğal güzellikleri seyrederek La Fortuna’ya gidiyoruz. Öğle vakti otelimize yerleşiyoruz. Sonrasında termal kaynaklı yüzme havuzlarının tadını çıkarırken muhteşem manzaralı volkanı seyrediyoruz. Konaklama La Fortuna’da.
Sabah kahvaltı sonrası Arenal Volkanik Dağı’na gidiyoruz. Burada volkanik tüfler, kaldera ve onun zengin mineralleri üzerinde oluşan bitki topluluklarının üzerindeki asma köprülerden ilerleyerek muhteşem doğayı seyrediyoruz. Öğleden sonra ise La Fortuna Şelalesi’ne gidiyoruz ve kendimizi şelalenin berrak sularına bırakıyoruz. Geceleme Otelimizde.
Kahvaltı sonrası bölgeden ayrılıyoruz. Bir başka milli park olan Karayip Denizi kıyısındaki Tortuguero’ya doğru hareket ediyoruz. Özel bir tekne ile tropikal ağaçların arasından geçerek çeşitli sürüngen ve kuş türlerinin görüntüsü ve sesleri eşliğinde keyifli bir tekne yolculuğu sonucunda Tortuguero’ya gidip otelimize yerleşiyoruz.
Sabah kahvaltısını müteakip, yerel rehberimiz ve teknemiz eşliğinde Milli parkın geniş kanallarında tura çıkıyoruz. Tropikal ortamda çeşitli deniz ve, kıyı ve orman flora ve faunasını yakından tanıyoruz. Öğleden sonra ise botanik parkını gezip otelimize dönüyoruz. Konaklama Tortuguero’da.
Kahvaltı sonrası otelden ayrılıyoruz. Tekne ile Cano Blanca’ya dönüp oradan özel aracımızla başkent San Jose’ye dönüyoruz. Panoramik şehir turumuzu yaptıktan sonra ise havalimanı’na transfer oluyoruz. Buradan Avianca Air ile Panama City’e uçuyoruz. 1 saatlik uçuş sonrası Panama’City’e varışın ardından özel aracımızla otelimize transfer oluyoruz. Konaklama Panama City’de.
Otelde alacağımız kahvaltının ardından özel araçımız ve yerel rehberimiz eşliğinde turumuz başlıyor. Opera Binası, Pasifik’teki ilk Avrupa yerleşim yeri olan Panama Vieja, Panama Kanalı ve San Lorenzo Kalesi görülecek yerler arasındadır. Ulusal Tiyatro ve Başkanlık Sarayı’nıda geziyoruz. Çehir turu sonrasında Panama Kanalı bot turuna katılıyoruz. Tur sonrası otelimize dönüş. Konaklama Panama City’de.
Sabah otelde alınan kahvaltı sonrası havalimanına transfer. Öğle vakti THY’nin tarifeli seferi ile İstanbul’a hareket. Geceleme uçakta. Turumuz 2 şubat Perşembe günü sabah saat 10:30’da İstanbul Atatürk Havalimanı’nda son buluyor.
Tura katılan kişi sayısı :
Yorum 2
Yorum 1
Yorum 2
Bir aylık Güney Amerika maceramı geride bıraktıktan sonra Ekvador’un başkenti Quito’dan kalkan uçağım Kolombiya hava sahası ve Büyük Okyanus’un kıyı çizgisinden süzülerek iki saat sonra tropikal bir cennet içinde parlayan bir yıldızı andıran Panama’nın başkenti Panama City’e ulaştı. Panama vizem olmadığı için bu ülkeyi pas geçerek Orta Amerika turuna başlamam gerekiyor. Bu nedenle Panama City’deki uslararası alanda iki saat bekleme süresi içinde alışveriş merkezlerini dolaşıp birkaç minik hediyelik eşya satın aldım. Panama, Orta ve Güney Amerika arasında serbest bir ticaret merkezi olduğu için oldukça gelişmiş ve buna bağlı olarak çevre ülkelerine göre çok daha zengin bir ülke. Tabi hal böyle olunca bu durum fiyatlara tamamen yansımış durumda. İki saatlik bir beklemenin ardından tekrar havalanan uçağımız, Costa Rica’nın başkenti San Jose Havaalanına vardığında hava kararmaya yüz tutmuştu. Başkentin sokaklarına ürkütücü bir sesizlik hakimdi. Hemen bir taksiye atlayıp rehber kitabımın tavsiye ettiği Hostel Toruma’ya gidip mütevazı bir odaya yerleştim. Tesadüf eseri akşam yemeğini otelimin karşısında bulunan Lübnanlı bir El Turko’nun lokantasında yedim. Çoğu Türk insanı Costa Rica adında bir ülkenin varlığını 2002 Dünya Kupası finallerinde ülkemizin rakibi olduğunda duymuştu. İflah olmaz kaşif Cristof Colomb, 4. kez bu coğrafyalara geldiğinde rotasında biraz değişiklik yaparak bu toprakların kıyısına gelince bölgenin zenginliğini görüp buralara zengin bölge anlamına gelen Costa Rica adını vermiş. İşte ülkenin adının sebebi hikmeti buradan geliyor. Ülkeyle ilgili biraz araştırma yapıp bilgi aldığınızda Colomb’un bu düşüncesinde ne kadar haklı olduğu hemen ortaya çıkıyor. Nüfusu 4 milyon olan ülke, güneyinde Panama ve kuzeyinde Nikaragua arasında yer alan ve bizim Konya’dan biraz daha büyük bir ülke. Ayrıca bir tarafında Karaip Denizi ile Atlas Okyanusu’na bağlıyken diğer tarafında Pasifik Okyanusu bulunuyor. Toprakları çok küçük olsada ülkenin işlevi gerçekten çok büyük. Tropikal bir ülkede olması gereken her şey fazlasıyla var burada. Örneğin bitki ve canlı türü bakımından ülkemizden kırk kat daha fazla zenginliğe sahip. Bu doğal zenginliği nedeniyle ülke topraklarının % 61’i doğal koruma alanı ve milli park konumunda. Sırf bu özelliği ile bile Costa Rica toplam oranına göre dünyanın en çok sit alanına sahip ülkesi konumunda. Tropikal iklime sahip olduğu için sürekli yaz mevsimi yaşayan ülkede iki farklı dönem var. Kurak ve yağışlı dönem. Ülkemizden farklı olarak burada yaz ayları yağışlı geçiyor. Bende Temmuzda geldiğim için her gün bulut ve yağmurla karşılaştım. Neyse ki yağmur öğleden sonra ve kısa süreli yağdığı için bu duruma çabuk alıştım. Gecenin aksine gündüz başkent San Jose oldukça hareketli ve bir o kadarda renkliydi. Bir kaç saatilk başkent turumun ardından bir otobüse atladığım gibi tropikal ormanların içinden yol alarak Guapilas üzerinden Cariari kentine geldim. Öğle sıcağından bunalınca kendimi bir büfeye atıp tropikal meyvelerden oluşan heybetli bir meyve tabağı siparişi verdim. Onca yıllık gezgin olmama rağmen belkide sadece bu ülkeye özgü olan ve daha önce hiç yemediğim bir çok ilginç meyve yedim. Ancak yinede favorim buradada karşıma çıkan rambutan oldu. Kendime geldikten sonra bu kez başka bir dolmuşa binip 1,5 saat daha yol aldıktan sonra geniş muz bahçelerinin ve yemyeşil çayırların içinde semiren karnı şiş ineklerin arasından geçerek küçük bir Amazon kıvamındaki nehir ağzına geldik. Benim gibi bir kaç gezginle birlikte ince uzun bir motorlu tekneyle nehre girdik ve Tortuguero Milli Parkı sınırları içinde büyüleyici bir ormanın derinliklerinde gizemli bir nehir yolculuğuna başladık. Rehberimizin söylediğine göre bu güzergah dünyanın en zengin kuş, sürüngen ve diğer yabanıl hayatın bulunduğu mekanlardan biriymiş. Bu sözleri duyunca her an bir canlı görme umuduyla gözümüzü dört açıyoruz. Ancak teknemizin motoru çok gürültü yaptığı için daha yaklaşmadan yabanıl hayat kayboluveriyor. Bazen rehberimize rica edip motoru durdurarak kürek yardımıyla ilerliyoruz ama yinede istediğimiz görüntüleri alamıyoruz. Yabani hayatı daha iyi gözlemleyebilmek için nehir yatağından biraz uzaklaşmak gerekiyor ama onada biz cesaret edemiyoruz. Zira etraf hem bataklık hem de oldukça sık ağaçlardan oluşuyor. Neme lazım bir anakonda ile göz göze gelmeyi kim ister? Yabanıl kuş türlerinin sunduğu sonatlar eşliğinde ilerlerken çıkardığımız gürültülerden ürken timsahlar birer birer kendilerini kıyıdan çamurlu suların içine salıveriyorlar. Bu kadar zengin yabani hayvanın bulundğu yerde nasıl oluyorda motorlu teknelere izin veriliyor anlamak mümkün değil. Üstelikde burası bir milli park ve koruma alanı. İki saatlik bir egzotik tekne yolcuğulunun ardından nihayet nehrin denize ulaştğı yerde bulunan kaplumbağa cenneti olan Tortuguero yerleşimine ulaştık. Adını kaplumbağalardan alan bu yerleşim gerçektende cennet bir mekan. Karaiplerin kıyısında kokonat ağaçlarının süslediği sahilde bulunan şirin bir bungalova yerleşip kendimi hamaklardan birine atıp manzaranın tadını çıkarıyorum. Burada insanın karşılaştığı en büyük sorun hangi bungalovu seçeceği konusunda kararsız kalması. Zira hepsi birbirinden güzel. İnsanlarıda çok iyi ve yardımsever. Akşam deniz ürünlerinin gırla gittiği otantik bir restoranda karaip kıyısı manzarası eşliğinde günü batırdık. Sık sık yemeğe ara verip fotoğraf çekmek zorunda kaldım. Gece olup iyice hava kararınca her biri 200 kilonun üstünde olan ve buraya özgü kaplumbağaları görmek için bir grubun peşine takıldım. Sadece rehberimizin elinde küçük bir fener olduğu halde karanlıkta yol alarak sessizce bir kıyıda bekleyip bu dev ve sevimli kaplumbağaların denizden çıkıp sahildeki kumlara gelmelerini bekledik. Rehberimiz bu işte o kadar usta olmuş ki “ bir kaç dakikaya kalmaz gelmeye başlarlar” dedi. Gerçektende öyle oldu ve bir süre sonra devasa boyutlarda iki tane kaplumbağa gelip kumları eşelemeye başladı. Tabi fotoğraf çekmek kesinlikle yasak olduğu için bu sevimli yaratıkları görüntüleyemedik. Yumurtalarını kıyıya bırakıp tekrar suya dönüyorlarmış. Kasabanın en büyük gelir kaynağı ziyaretçilere bu kaplumbağaları tanıtmak. Özellikle hava kararınca kimseyi sahile sokmuyorlar. Sabahlara kadar bekçiler sahili kontrol ediyor. Ertesi gün, gün doğmadan yollara düşerek bu kez kendimi Karaip kıyılarından söküp ülkenin iç kısımlarındaki volkanik dağların yamaçlarına vurdum. Ülkede bol miktarda aktif volkanlar bulunuyor. Bunlar içinde Poas volkanı çok ilgi çekici. Alajuela kentinden bindiğim yerel araç virajları dönerek kahve, muz ve kakao bahçelerinin arasından geçerek Poas volkanına ulaştı. Kraterin ağız kısmında oluşan üçyüz metrelik dev çukurlardan hala gazlar çıkıyordu. Hemen o kraterin etrafında da iki küçük Kaldera Gölü oluşmuştu. Havanın biraz sisli olmasından dolayı pek istediğim nitelikte fotoğraflar çekemedim. Bu arada gecenin karanlığında aşağıdaki kasabaya indiğimde kalacak yer bulamadım. Bunun üzerine iki çocuklu sevimli bir aile beni evlerinde misafir ettiler. Bütün gece bahçelerinde yetiştirdikleri kahvelerden bol bol yudumlayarak kendimizden, ülkelerimizden ve seyahat konularından uzun uzun lafladık. Costa Rica gezimin üçüncü gününde bu kez Puntarenas yolundan Büyük Okyanus kıyısında bulunan ülkenin en meşhur sayfiye yerlerinden olan Tamarindo kentine gittim. Hem denizi, hem doğası ve hemde yapıları çok cezbedici bir yer burası. Ancak bu durum fiyatlara da yansıyor. Ülkede hali vakti yerinde olan kişiler buraya sayfiye evleri yapmışlar. Hepside yemyeşil doğanın içinde ve çevreyle uyumlu. Ülkemizde ithal edilen tropikal meyvelerin önemli bir kısmı bu ülkeden geliyor. Kahve diyarı olarak bilinen Brezilya’yı iki kez baştan aşağı kat ettiğim halde bir tane kahve bitkisine rastlamazken, bu ülkede adım başı kahve ve muz tarlalarından geçilmiyor. Tarlalarının çok verimli olması bir yana ülkede tamamen moden tarım yöntemleri kullanılıyor. Ülkenin en büyük gelir kaynağı bu tropikal ürünlerin yanı sıra mükemmel doğasındaki yabanıl hayat ve onları ziyarete gelen yabancılar. Yirmi gün içinde karayoluyla tüm Orta Amerika ülkelerini hızlı bir şekilde gezerek Meksika’ya ulaşmak zorunda olduğum için gelecek yıl tekrar gelerek daha ayrıntılı bir şekilde gezmek üzere dört günlük Costa Rica gezimi tamalayıp Nikaragua sınırına dayanıyorum.
Ekvador’un kuzeyindeki Otavalo’dan kalkan otobüsüm iki saat sonra ülkenin en kuzeyindeki şehir olan Tulcan’a ulaştı. Oradan bir taksiye atlayıp Kolombiya sınırına geldim. Bir iki dakikalık çıkış işlemlerinden sonra iki ülkeyi birbirinden ayıran küçük bir köprüden geçerek, gitmemem konusunda çok öğütler aldığım ve bu öğütlerin hepsini kulak ardı ettiğim, ünlü yazar Gabriel Garcia Marquez’in ülkesi Kolombiya topraklarına girdim. Sınır görevlisi, pasaportuma uzun uzun baktıktan sonra böyle bir ülkenin varlığından habersiz olacak ki; telefona sarılıp başkentteki yetkilileriyle uzun uzun konuştu. Acaba son anda bize vize mi koydular diye tedirgin bir şekilde beklerken, nihayet sınır görevlisi aldığı emirle vize gerekmeksizin pasaportuma bir ay geçerli damgayı vurup ülkesine buyur etti. Kolombiya, Brezilya’dan sonra 45 milyonluk nüfusuyla Güney Amerika’nın ikinci büyük ülkesi. Yüzölçümü ise Türkiye’den biraz daha büyük. Kolombiya denince birçoğumuzun aklına anında olumsuz fikirler üşüşüverir. Hiç görmediğimiz ülkeler hakkında Kulaktan dolma bilgiler, medya eliyle elde edilen bazı haberler sayesinde tüm ülkeye olumsuzluk yaftasını yapıştırmakta üstümüze yoktur. Türk olduğumuzu söylediğimizde her gece dansöz oynattığımızı sanan yabancılara kızmıyormuyuz? Kolombiya denincede varsa yoksa aklımıza gelen uyuşturucu ticareti, mafya ve koka. İyi güzelde koca ülke sadece bunlardan ibaret değil ki. Kolombiyalılar’ı en çok üzen de zaten sadece bu olumsuz yönleriyle tanınmak. Dünya’nın halen yaşamakta olan en ünlü yazarına sahip olması yanında, biyolojik çeşitlilik bakımından Brezilya’dan sonra en zengin ülke konumunda olduğu göz ardı ediliyor. Üstelik her gün milyonlarca insanın büyük bir keyifle hüppürdettiği kahvelerde artık ne Yemen’den ne de Brezilya’dan geliyor. Dünya’nın en büyük kahve üreten ülkesi de yine Kolombiya. Bütün önemli kahve markaları, ürünlerini bu ülkeden temin ediyor. Durun daha bitmedi; ülke zümrüt madeni üretimi ve ihracatı bakımından da dünyada ilk sırada. Bu arada çiçekçiliği de unutmamak lazım. Kolombiya’daki bitkisel çeşitlilik, ülkedeki botanik kültürünü ön plana çıkarmış durumda. Ülkenin dört bir yanını botanik bahçeleri süslüyor. Sadece orkide türü sayısı bile 3500’ü buluyor. Bu nedenle en çok çiçek ihraç eden ülkelerin de başında geliyor. Muz üretiminde ise Ekvador’dan sonra ikinci sırada. Bütün bu özelikleriyle Kolombiya ve onun sıcak insanları daha doğru tanınmayı ve daha çok bilinmeyi çoktan hak ediyor. Kolombiya, Güney Amerika’da her iki okyanusa da (Atlas ve Pasifik) sınırı olan tek ülke. Ülkenin Atlas Okyanusu kıyılarında bulunan, denize sıfır mesafedeki Santa Marta tepelerinin yüksekliği, 5 bin 700 metreyi buluyor. Bu özelliği ile Santa Marta, dünyada denize sıfır noktasındaki en yüksek dağ olma özelliği taşıyor. (Evrest’in gövdesi 5300 metre yüksekliğindeki bir plato üstünde yer alıyor.) Ülkenin tarihi, klasik bir Latin Amerika tarihi ile örtüşüyor. 1822 yılında Simon Bolivar’ın İspanyollar’la savaşması sonucu Venezuella, Ekvator, Peru ve Panama’yı da kapsayacak şekilde ‘Grand Kolombiya’ adıyla kurularak kıtanın en büyük ülkesi konumuna gelir. Ancak bir kaç yıl sonra Fransız İhtilali’nin tüm dünyayı etkilemesiyle bu birlik dağılarak yeni ve bağımsız ülkeler ortaya çıkar. 1886’da ülkeye, kıtayı keşfeden Kolomb’un ismi verilir. 1903 yılında, ülke topraklarına dahil olan Panama, ABD’nin yardımı ile Kolombiya’dan ayrılarak bağımsız bir devlet olur. Uzun yıllar iki büyük liberal parti arasındaki sürtüşmeler nedeniyle ülke diktatörler tarafından yönetilir. Şimdilerde sivil hükümetle yönetilen Kolombiya’da 2000 yılına kadar zaman zaman önemli boyutlara ulaşan ve iç savaşın eşiğine gelinen karışıklıklar yaşanır. Tüm Kolombiya halkı genel olarak iki ayrı etnik gruptan oluşuyor. Bir yanda Karayip Denizi‘ne bakan kıyılarda yaşayan, etnik olarak Marquez’in deyişiyle, “korsanların ve kaçakların torunlarının siyahi kölelerle karışımından” oluşan Costenoslar (kıyılılar) ile diğer yanda ülkenin orta kesimlerinin yaylalarında yaşayan daha resmi, aristokratik ve etnik bakımdan o kadar karışık durmayan Cachacoslar (kibarlar) bulunuyor. Costenos daha sıcakkanlı, batıl inançları güçlü, dansçıların, maceracıların, şenlik insanlarının bol olduğu bir topluluk. Cachacos ise, kendileriyle, uygarlık düzeylerinin bir göstergesi olarak sundukları Bogota gibi modern şehirleriyle ve mükemmel İspanyolcaları ile gurur duyan, her şeyiyle “beyaz” bir topluluk. Gabriel Garcia Marquez kendisinin bir mestizo (kızılderili-beyaz melezi) ve Costenos olduğunu, bu kökenin de yazarlığının gelişimini derinden etkilemiş olduğunu her daim belirtiyor. Ülkedeki her iki etnik grubu birbirinden ayıran And Dağların’nın yemyeşil eteklerinde bulunan Pasto kentinde verdiğimiz öğle yemeği molasından sonra derin vadiler ve yüksek tepelerdeki bol virajlı yolları geçerek Cali kentine doğru ilerledik. Yolcu almak için ara sıra duran derdi zor cinsinden külüstür otobüsümüzün durmasını fırsat bilen köylü çocukları ellerinde koca muz demetleriyle penceremize yapışıp bize muz satmaya çalışıyordu. Doğu Karadeniz’in yüksek yaylarına benzer doğal güzelliklerin arasından geçip bir süre sonra ülkenin Kolonial mimarisinin en güzel örneklerinin bulunduğu Popoyan şehrine geldik. Popoyan, iki yüzyıl boyunca koloni döneminin politik, kültürel ve dini merkezlerinden biri olarak faaliyet göstermiş. Ayrıca İspanyollar’ın kuzey ve güney toprakları arasında önemli bir geçiş noktası olmuş. Santa Domingo Meydanı çevresini biraz dolaştığınızda 1983 yılında büyük bir deprem görmesine rağmen yinede kentin tarihi önemine yakından tanıklık edebiliyorsunuz. Dini merkezlerden biri olduğu için birbirinden farklı büyük ve tarihi katedral ve kiliseler bulunuyor. Aynı zamanda kentin çevresindeki elverişli iklimden dolayı ülke şekerinin önemli bir bölümüde bu çevrede üretiliyor. Kaynaklar bu şehrin Kolombiya’nın en güvenilir yeri olduğunu belirtiyor. İnsanların güleryüzlülüğü ve sakinliğinden bu durumu zaten sokakları dolaşırken kolayca anlayabiliyorsunuz. Bir de kalkıp bana “aman haa! Sakın gitme oralara” diyorlardı. Ertesi gün dört saatlik kısa bir yolculuktan sonra ülkenin Bogoto ve Medellin’den sonra üçüncü büyük kenti olan Cali’ye geldim. Cali, Kolombiya’nın en güzel kızlarının yaşadığı yer olarak biliniyor. Hatta kızlarıyla dünyaca üne sahip Venezuellalılar bile buranın kızlarının kendilerininkinden daha güzel olduğunu söylüyorlar. Bunun nedeninide yerli, İspanyol, karaip ve Afrika kökenli insanların karışımı olan melezlerden kaynaklandığı konusunda hemfikirler. Bu durumu test etmek için vakit kaybetmeden soluğu şehir merkezinde alıyoruz. Rio Gali Nehri ile çevrili olan Cam Meydanı’na vardığımızda pırıl pırıl tarihi binalar ve göğe yükselen palmiyeler arasında olağanüstü güzellikte bir şehir merkeziyle karşılaştık. Ülkede kara para aklanmasını engellemek için döviz büfelerinin kurulmasına izin verilmemesi nedeniyle bir güvenlik görevlisinin peşine takılarak merkez Bankası şubesinde ancak para bozdurabildik. Ülkenin en sıcak kenti olması nedeniyle iyice hararet basınca soluğu güzelim tropikal meyva salatalarının soğutularak servis yapıldığı büfelerde aldık. Bu arada yoldan geçen güzel bir bayan gördüğümüzde hep birlikte “Aaa evet gerçekten de güzellermiş” diyoruz ama, biraz sonra başka bir kaç kız geçtiğinde bu kez “yok canım, o kadarda güzel değillermiş” ikileminde kalıyoruz. Bu ikilemi Cali gezimiz boyunca yaşamaktan kurtulamadık doğrusu. Güzel kızları bir yana, Cali kentinde benim gördüğüm en ilginç olay; buradaki insanların kumar alışkanlığı oldu. Kapalı bir spor salonunu önünden geçerken düyduğumuz gürültüler üzerine “şu maçı biraz izleyelim” diye içeri girdiğimizde, üç bin kişinin dev skorbord ekranında numaraları yansıtarak tombala oynadıklarını görünce hepimiz şaşkınlıktan apışıp kaldık. Bir ara “Yahu burası küçük değil mi, niye olimpiyat stadına gitmiyorsunuz” diyecek oldum ama o sırada herkes çinko bir derdinde olduğu için bu düşüncemden vaz geçtim. Girdiğiniz her türlü dükkan, market ya da büfede mutlaka kumar oynatan bir otomatik makina yer alıyor. Bir fırından birkaç kurabiye alıp çıkarken bile adam “şans oyunu oynamayacakmısın” diye soruyor. Belediye otobüsü ya da minibüse bindiğinizde bile şoförün hemen yanında bir şans oyunu makinasına rastlamak mümkün bu şehirde. Berber ya da manavlarda da bu durum pek farklı değil. İşin ilgiç tarafı ise bu şans makinalarının önünün her daim kalabalıkolması. Anlaşılan ülkenin varlık içinde yokluk çeken işsiz çoğunluğu ümitlerini bu oyunlara bağlamış durumda. Şehrin bir başka özelliğide Latinler genelinde salsa dansı ve müziğinin önemli merkezlerinden biri olması. Ülkenin Karaip kıyılarındaki siyahi insanlarının tutkusu olan salsa, çoğu Karaipli’nin buraya göç etmesiyle yaygınlaşmaya başlamış. Hatta hemen tüm coğrafyada en yaygın salsa merkezi haline dönüşmüş. Meydanda genç çiftler salsa müziği ve dansından örnekler vererek şapkalarının içini günü kurtaracak Pesoslarla doldurmaya çalışıyorlar. Bu şehirde biraz Buenos Aires vari bir hava sezdim. Burada da çok şık kafe ve restoranlar var, buranın insanlarıda son derece zarif ve bakımlılar. Tek fark ise müzik ve dansları. Birinin sokaklarında Gardel’in tangosu yankılanırken, diğerinin sokaklarına kan dolaşımını hızlandıran kıpır kıpır salsa ritimleri hakim.
Gece yarısı Cali’den bindiğim otobüs sabaha karşı Bogota terminaline yanaştığında sisli bir başkent havası beni bekliyordu. Dünya’nın tüm büyük şehirlerinde otobüs terminalleri çevresinin çok tekin olmadığı malumunuz. Hele birde bu konuda en çok sabıkası olduğu düşünülen bir ülkenin başkentinin terminalindeyseniz. Hemen bir tramvaya atlayıp Plaza de Bolivar Meydanı’na giderek şehir merkezine yakın olan ve iki yaşlı teyzenin çalıştırdığı El Dorado Oteli’ne yerleştim. Yorgunluk ve uykusuzluğum merak duyguma yenik düşünce, her türlü güvenlik tedbirimi gözden geçirerek kendimi Bogota sokaklarına attım. Başkent Bogota’ya ‘Sonsuz Bahar Ülkesi’ deniyor. Bunun nedeni ekvator kuşağında yer almasına rağmen 2 bin 700 metre yükseklikteki bir platoya kurulmuş olması. Hal böyle olunca şehir benzer paraleldekilerin aksine aşırı nem ve sıcaklıktan insanları bunaltmıyor. Yani başkente her daim bahar mevsiminin gökkuşağı tonları hakim. Buda yedi milyon nüfuslu Bogota’nın aldığı lakabı sonuna kadar hak ettiğini gösteriyor. Başkentin en geniş bulvarlarından Jimenez Caddesi’nde daha ilk turumu attığımda güvenlikle ilgili tedirginliğimide üzerimden atıverdim. Zira ortalıkta diğer Latin kentlerinden farklı hiç bir vaziyeti ahval yoktu. İnsanlar işlerinde güçlerinde, hayat normal akışıyla devam ediyor. Bu durumu görünce sımsıkı koruduğum çantamın içinden fotoğraf makinamı çıkarıp boynuma taktım. Kimsenin benimle ilgilenmediğini görüncede şehrin uygun karelerini kadrajıma yerleştirmeye başladım. Başkenti tanımanın ilk yolu önceliği mutlaka Bolivar Meydanı ve çevresine vermek. Şehrin kalbi bu meydanın etrafında atıyor. Meydanın tam ortasına gidip dört bir yana serpilmiş ve eski ihtişamından hiç bir şey kaybetmemiş tarihi dokuyu bir süre soluksuz izlemek gerekiyor. Bogoto’da gördüğüm bu meydan adına yaraşır şekilde sadece Latinlerde değil tüm dünyada şu ana kadar gördüğüm meydanların en göz alıcısıydı. (İsfahan’daki İmam Meydanı’nında burada hakkını verelim.) Çevrede birbirinden güzel mimarilerle yapılmış Parlemento binası, Primado Katedrali ve 1985’te M-19 gerillalarının ateşe verdiği Palacio Justicia Sarayı yer alıyor. Hemen bu binaların arka sokaklarındada bu tarihi doku devam ediyor. Colonial Quarter denilen bu bölüm estetik dokusunu kaybetmemesi için korumaya alınmış. Bu sayedede dünyada en iyi korunan tarihi doku olarak kabul ediliyor. Koca bir şehir ve ekonomisi zayıf bir ülke olmasına rağmen Bogoto’da şehir trafiği gibi bir kavram yok. Keşke bizde de olsaydı dedirten birkaç körüklü otobüsün birleşerek metro mantğıyla işledigi ve kendine ait yollari olan transmilenio sistemi sayesinde başkentte ulaşım ve trafik sorunu yaşanmıyor. Bogota’nın diğer lakabı ise kırmızı şehir. Evlerde kullanılan kırmızı tuğlalardan dolayı bu lakabı almış. Mimaride estetiğe özen gösteriliyor. Bazı semtlerde pencere ölçülerinin bile belirli standartlarda olması isteniyor. Özellikle kentin eski yerleşim bölgelerindeki tek ya da iki katlı evler renkleri ve mimarileriyle ayrı birer sanat eseri. Evlerin kapıları, pencereleri ve cumbalı çıkmaları öylesine bir tutkuyla yapılmış ki; Buenos Airesi’in La Boca semtindeki benzerlerini gölgede bırakacak cinsten. Tahmin edilebileceği gibi buram buram Akdeniz kokan bu sanat eseri evlerde daha çok İspanyol kökenli aileler oturuyor. Başkent Bogota genel anlamda son derece güvenli bir şehir olmasına rağmen yinede güvenlik görevlilerinin girmekte zorlandığı suç batağına girmiş semtleride yok değil. yüksek katlı apartmanların önünde güvenlik görevlileri 24 saat nöbet tutuyor. “İstanbul’da durum farklımı ki?” diye düşünebilirsiniz ama gerçekten farklı. Zira burada hiç bir ev sahibinin dış kapı anahtarı bulunmuyor. Binaya giren ve çıkanlar ancak güvenlik görevlilerinin kontrol ve izniyle giriş çıkış yapabiliyorlar. Bogota, Santiago ile birlikte Güney Amerika’nın en büyük üniversite kenti. Kolombiya için tam bir eğitim kurumları cenneti demek yanlış olmaz. Ülkedeki üniversite sayısı 360. Sadece Başkent Bogota’da 72 üniversite var Bogota’da yaşayıpta ülkemizi çok iyi tanıyan bir kişi var. Gezgin fotoğrafçı Andres Hurtado Garcia. Onun için Kolombiya’nın İzzet keribar’ı deniyor. Onunda çektiği fotoğrafların Keribar gibi üç milyonu bulduğu söyleniyor. Kendi ülkesini olduğu kadar Türkiye’yi de çok yakından tanıyor. Ülkemizin neredeyse her bölgesini gezmiş. Dünyanın en güzel 10 bölgesi yarışması için fikri sorulduğunda hiç düşünmeden Kapadokya’yı ilk sıraya koyan kişi o. Hani derler ya “Adın çıkacağına canın çıksın.” Bu söz en çok Kolombiyalılar için söylenmiş olsa gerek. Ne Marquez’i, ne de cennet mekan doğasıyla Kolombiyalılar ağızlarıyla kuş tutsalar haklarındaki olumsuz imajı sökemiyorlar. Bu olumsuz imaja tüm ülkede sebep olan tek bir şehir var: Medellin. Burası ülkenin ikinci büyük şehri. 2000’li yıllara kadar uyuşturucu tacirlerinin kontrolündeki şehir son birkaç yıldır Özellikle Amerika’nın da desteğiyle ordu tarafından kontrol altına alınmış durumda. Ancak akşam olup da hava kararınca özellikle arka sokaklar yeniden illegal güçlerin kontrolüne geçiyor. Hala dünyada en çok faili meçhul cinayetlerin işlendiği şehirlerden birisi Medellin. COLOMBİYA= GABRİEL GARCİA MARQUEZ Dünya’da halen yaşayan en önemli edebiyatçılardan biri kuşkusuz Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez’dir. Ansiklopedi satıcılığından Nobel edebiyat ödülüne uzanan bu ünlü romancının bütün dünyada 30 milyondan fazla satan “Yüzyıllık Yalnızlık”ı yazmasının üzerinden kırk yıl, Nobel’i almasından bu yana ise yirmi beş yıl geçti. Ancak bu gün yeryüzünün beş kıtasında herhangi bir ülkenin mütevazı bir kitapçısına girdiğinizide raflara dizilmiş bir kaç kitaptan birinin üzerinde mutlaka Marquez’in imzası vardır. Onu yüz yılın en büyük romancılarından biri yapan elbette sadece Yüzyıllık Yalnızlık adlı kitabı değil. Sevgiden Öte Sürekli Ölüm, Kırmızı Pazartesi, Aşk ve öbür Cinler, Kolera Günlerinde Aşk, 2004’te yayınlanan en son kitabı, Benim Hüzünlü Orospularım tüm dünyada milyonlarca satan kitaplarından saadece bir kaçı. Şimdilerde yazarın doğduğu kasabanın belediye başkanı romancının evini müze haline getirmekle meşgul. Bu arada Marquez’de 80.yaş gününde boş durmamış Latin Amerika’da yoksul çocuklar için yeni bir vakıf kurarak toplumsal sorumluluğunu da yerine getirmiş. Çok sayıda ünlünün desteklediği Latin Amerika Birleşik Eylem Vakfı (ALAS), kıtada her yıl 350 bin çocuğun ölümüne neden olan yoksulluk ile mücadele edecek. Ünlü romancı, Güney Amerika’da her yıl 5 yaşın altında yüz binlerce çocuğun yoksulluk nedeniyle hayatını kaybettiğini, 40 milyon çocuğun da sokaklarda çalıştığını, bu nedenle yeni kurulan vakfın tüm Latin Amerika’da eşitsizliğe karşı verilen mücadelenin bir parçası olacağını söylüyor. Bize de yaşadığı bu topraklara ayak sürdüğümüz Marquez’e uzun ömürler dilemek ve tarihe geçmiş bir sözüne kulak vermek düşüyor. “Tüm dünya için sadece bir kişi olabilirsin, fakat bazıları için sen bir dünyasın” Zamanı verimli kullanmak adına bir kez daha gece yolculuğu yaparak başkent Bogota’dan akşam bindiğim otobüsle sabaha karşı ülkenin kuzeyindeki Bucaramanga şehrine ulaştım. Santander Eyaleti’nin başkenti olan bu şehir bir endüstri kenti. Bu ekonomik özelliğinden dolayı pırıl pırıl bir kentle karşılaştım. Burası bahçeli müstakil evleriyle meşhur bir yer. Tütün üretim merkezi olduğu için büyük birde sigara fabrikası bulunuyor. Şehrin biraz dışında yerlilerin yaşadığı Guane köyü görülmeye değer bir yer. Ancak burada bir gece kalmak için pek vaktim yok.Bu nedenle kuşluk vakti sabah ve öğle yemeğimi birleştirip bir şeyler yedikten sonra Venezuella’ya geçmek için bir otobüse atlayıp And Dağları’nın Bolivya ve Peru kısımlarının aksine yemyeşil sırtlarından ilerleyerek sınır kenti Cucuta’ya birkaç saat sonra ulaştım. İkindi vakti sıcak bir havada sınır ticaretiyle ayakta duran Kolombiya’nın son kentini geride bırakıp Venezuella kapısına dayandım.