BLOG YAZILARI

MAYALARIN ÜLKESİ: GUATEMALA

Honduras’ın topikal bir orman örtüsü içine gizlenmiş 2000 yıllık tarihi Maya piramitlerinin bulunduğu Copan Ruinas’ı gezdikten sonra rotamı bir başka Maya ülkesi Guatemala’ya çevirdim. Köylülerin sebze taşıdığı pikap türü yerel bir aracın üzerinde havadar bir yolculuk yaptıktan sonra El Florido sınır kapısına geldim. Orta Amerika ülkelerinin en güzel tarafı Panama’dan başlayıp, Kosta Rica, Nikaragua, Honduras, Belize ve El Salvador’da dahil olmak üzere Guatemala’dan geçip Meksika sınırına kadar bir Allahın kulunun biz Türklerden vize istememesiydi. Nitekim sadece iki dolar karşılığı iki dakikalık bir işlemden sonra ülkenin ekonomik durumuyla örtüşen bir tarzda yapılmış basit bir barakadan oluşan sınır kapısından binlerce yıllık Maya kültürünün belki de yeryüzündeki en büyük mirasçıları olan Guatemala topraklarına giriş yaptım. İlk iş olarak bir dolar karşılığı 7.5 Quetzals’den oluşan bir miktar yerel para temin ettim. Daha ziyade Uzakdoğu ülkelerinden aşina olduğum ve iki kişinin ancak sığdığı tuktuk türü çevresi kapalı tuktuklardan birine atlayıp Chikuimula kentine vardım. Oradan etrafta bol miktarda at ve büyükbaş hayvanların otladığı yemyeşil bir doğa ortamında dört saatlik bir yolculuktan sonra ülkenin Karayip kıyılarında bulunan en önemli liman kenti Puerto Barrios kentine geldim. Şansım yaver gitti de birkaç yerli ve benim gibi yolunu kaybetmiş bir Avrupalı gezgin ile tamda o saatte kalkmak üzere olan motorlu bir tekneye atlayıp ülkenin Karayipler kıyısındaki sayfiye yeri Livinsgton’a geldik. Karaya ayak bastığımızda hava kararmak üzereydi ve inceden bir yağmur başlamıştı. Bu küçük sahil kasabasının tek caddesi üzerinde bir süre etrafı keşfeder tarazda incelediğimde saçakların altına gizlenmiş masalarda tek tük Avrupalı gezgini otururken gördüm. Çok ilginç bir duygu ama dünyanın neresine gitsem yabancılık çektiğim ortamda birkaç Avrupalı gezgine rastladığımda kendimi sadece güvende hissetmiyor, sanki memleketten tanıdık birine rastlamış gibi bir duyguya kapılıyorum. Biraz ıslanmayı göze alarak caddenin sonuna kadar bir tur atıp tüm konaklama tesislerini gezdikten sonra Karayipler manzaralı bir odaya yerleştim. Yarım saat sonra tekrar caddeye çıktığımda kendimi iyi hissetmemi sağlayan Avrupalı gezginlerin sayısının daha da armış olduğunu gördüm. Bu duruma sanırım yağmurun durmuş olmasında etkisi vardı. Saçak altında gizlenmiş yemek masaları biraz daha kaldırıma doğru ilerlemişti. Deniz ürünlerinin revaçta olduğu bar-restoran karışımı bir mekanda karar kıldım. Seçimimin ne kadar yerinde olduğunu biraz sonra gelen leziz yemekten ve daha da önemlisi ortamı tamamlayan, etnisitesiyle uyumlu şıkır şıkır müzisyenlerin nefis şarkılarını dinlediğimde gördüm. Livingston, Coğrafi Keşifler’den sonra koloni dönemlerinin çok hareketli yerleşimlerden birisi olmuş. Afrika’dan binlerce köle bu kıyılardan kıta içlerine doğru taşınarak özellikle şeker kamışı plantasyonlarında zorla çalıştırılmışlar. Tabii tüm kıtada olduğu gibi burada da toplumsal çalkantılar yüzyıllar boyu devam etmiş. Çocukluğumda bu ülkeyle ilgili çok fazla gerillalar ve ordu birliklerinin sürekli çatışma içinde olduğu haberleri aldığımı hatırlıyorum. Ancak geçmişteki acılar hangi boyutlarda olursa olsun hayat bir yandan devam ediyor ve buradaki insanlar inadına yaşamın pozitif ritmini günlük hatalarından asla eksik etmiyorlar. Ülkenin diğer kesimlerine göre bu kıyı yerleşmelerinde Mayaların torunlarından çok, Afrika kökenli ailelerin siyah mı siyah tenli torunları yer alıyor. Hal böyle olunca ellerine geçirdikleri bilimum bitki kökleri ve metallerden her türlü alete birer ritim vererek ortalığa pozitif bir hareket ve eğlence getiriyorlar. Geceden geriye size de Karayip kıyılarında deniz ürünlerinden oluşan nefis bir menü ve Bop Marley mirasının esintileri kalıyor. Ertesi gün bu defa kıtanın Koloni öncesi gerçek sahiplerinin torunlarının çoğunlukta olduğu Maya kültürüne tanıklık etmek için Karayip kıyılarına veda edip Dulce Nehri’nden bir tekneyle görkemli bir cangılın içine daldık. Bitki köklerinin suların içine gömüldüğü Amazon vari geniş bir nehirde her türlü yaban kuşların çığlıkları eşliğinde ilerledik. Nehrin derinliklerine daldığımızda kıyıda yaşayan yerlilerin kazıklar üzerine oturtulmuş derme çatma baraka evlerine rastladık. Tamda içimden geçirirken kaptanımız teknemizi kuytu bir köşeye çekip ormanın ve nehrin içindeki gizli insan yaşamına tanıklık ettik. En çok ilgimi çeken şey köylülerin kullandıkları her türlü eşyanın neredeyse tamamının çevredeki değişik bitlilerden yapılmış olmasıydı. Elimde olsa o köylülere ömür boyu ekolojik hayat onur ödülü verirdim. İki saatlik bir tekne yolculuğun ardından bir doğa harikası olan İsabal Gölü’ne ulaştık. Göl kıyısında manzarası güzel bir yere komik denecek kadar az bir para vererek yerleştim. Ertesi gün sabahın ilk ışıklarıyla bir otobüse atlayıp konforlu bir yolculuktan sonra başkent Guatemala City’ye geldim. Koloni döneminin klasik İspanyol mimarisi özelliği taşıyan başkent meydanında bir tur atıp yürüyerek yapığım kısa bir çarşı Pazar turunun ardından, her biri sanat harikasına benzeyen çok eski ama rengarenk araçlardan birine binip ülkenin en çok turist çeken ve UNESCO dünya listesinde yer alan Antigua kentine ulaştım. Terminalden inip sokağa ilk adımımı attığım anda gerçektende görülmeye değer çok özgün bir antik kent olduğu ilk bakışta fark ediliyor. Geniş sokaklar ve her biri en fazla iki kattan oluşan birbirinden renkli evlerden oluşan cıvıl cıvıl sokaklar yer alıyor. Evlerin içi ise Akdeniz ülkelerinin mimari özelliğini yansıtacak şekilde geniş avlulardan oluşuyor. O sokaklarda da hemen hepsi el dokuması aynı renk ve aynı tip kumaş elbise giyen yerli kadınlar dolaşıyor. Antik Kent Antigua’da her şeye rağmen en çok ilgimi çeken şey terminaldeki “chicken Bus” dedikleri kamyondan bozma ve sanat eseri olarak dizayn edilmiş otobüsleri oldu. Sırf o otobüslerden biriyle yolculuk etmek için dereler tepeler aşarak En fazla Maya yerlisinin yaşadığı Atitlan Gölü çevresine gittim. İyi ki de gitmişim. Tamamen yerle kültürün yansıtıldığı bir festivale denk geldim. Festivalden mi kaynaklanıyor yoksa her zaman mı böyle anlayamadım ama yediden yetmişe kadın, erkek, kız, kızancık tüm insanlar tek tip elbise giymişlerdi. Daha da ilginç olan ise tüm elbiselerin desenin ve renginin aynı olmasıydı. Kuytu bir köşe başında yerimi ve makinemi ayarlayıp yüzlerce fotoğraf çektim. Göl kıyısında bekleyen teknelerden birine atlayıp, ikiz huni şeklinde volkanik gölün ortasında yükselen volkanik dağların eteklerindeki küçük yerleşimleri dolaştım. Ülkenin deniz kıyısındaki siyah tenlilerin aksine bu bölgedeki insanlar tamamen bu bölgeye özgü bir görünüme sahipti ve hepside esmer tenli ve kömür gibi siyah saçlara sahipti. Yüzyıllardır geleneksel yaşamlarını sürdürürken belki de atalarından geriye yaşamlarındaki en büyük değişim adım başı Katolik kiliselerinde bulunduğu dini inançlarıydı. Ancak yinede bu inançlarını yaşarken geçmişteki geleneklerinden izler taşıyorlardı. Latin Amerika deyince akla öncelikle İknalar geliyor ancak İknalar Mayalara göre oldukça yeni sayılırlar. 15 ve 16. yüzyılda en parlak dönemlerini yaşarlarken alfabe kullanmamaları çok ilginç bir durum. Mayalar tüm Amerika kıtasının en eski ve en büyük uygarlığı sayılmakta. Tarihi iknalara göre çok daha eskilere gitmekle birlikte bıraktıkları eserlerde ve ulaştıkları uygarlık düzeyi de oldukça ileri düzeyde. İşin ilginç tarafı okuma yazma bile bilmeyen bir İspanyol generali olan Hernan Cortes ve topu topu 500 adamının Aztek ve Mayalar’ın binlerce ordusunu hem de doğru dürüst tek kurşun bile atmadan şark kurnazlığı ile alt etmesidir. Mayalar yüzlerce yıllık bir uygarlık kurarak Meksika’nın doğusundaki Yucatan bölgesi ile Guatemala ve Honduras başta olmak üzere Orta Amerika’nın geniş bir bölgesinde tarihin büyük medeniyetlerinden birini kurmuşlar . Taa ki 16. yüzyılın başında Avrupalılar buralara ayak basıncaya kadar.

Mustafa Andıç



EN ÖZGÜN BAŞKENT: LA PAZ

Dünya’nın en yüksek başkenti La Paz’daki üçüncü günümü kentin tarihi mekanlarına ve yerel marketlerine ayırdım. Otelimin hemen üstünde bulunan Murillo Meydanı’ndan güne başladım. Meydanın iki yanında bulunan ve özel bir mimarisi olan Kongre binası ile başkanlık sarayı’nı izin verilen ölçülerde gezdim. Hemen yanındaki büyük katedral ve onun bir köşesinde bulunan Sanat Müzesi de görülmeye değer yerlerdi. Birkaç sokak ilerleyip kentin belkide en çok görülmeye değer yerlerinden biri olan gümüş ve altının işlenme serüveninin anlatıldığı müzeye gittim. Yanındaki bir başka müzede yüz yıl boyunca bütün komşularıyla yapılan savaş anlatılırken yine çok ilgimi çeken enstrüman müzesine girdim. Başta And Dağları’nın milli müzik aleti olan pan flütün her türlü versiyonu olmak üzere birbirinden iliginç yüzlerce enstrüman bulunuyordu. Tarihi mekanları bitirdikten sonra bir başka meydan olan San Fransisco Kilisesi’nin arkasındaki Sagarnaga yokuşunu çıkarak yerel kültürün her türlü ürünlerinin satıldığı market ve dükkanların bulunduğu sokakları turladım. Bu sokalardan en ilginci Cadılar Pazarı. Bu pazarda her türlü büyücülük malzemeleri satılıyor. Özellikle İnka kültüründe büyücülük çok yaygınmış. Tarihten beri bu bölgede en önemli büyücülük malzemesi ise ölmüş lama yayrusu ya da lama ceninleri. Bazı dükkanların önü Pacahamam denilen bu lama fetuslarıyla dolu. Değişik bitki kökleri ve bu fetuslar büyünün dışında tedavi amaçlıda kullanılıyor. Bu bölgedeki ara sokaklardan hangisine girerseniz girin sizi şaşırtacak bir şeylerle mutlaka karşılaşıyorsunuz. En ilginci ise; sebze ve meyvelerin satıldığı sokak marketlerindeki alıcı ve satıcı kadınlerın görüntüler. Yine hepsi geniş etekli, kalın örme kazaklı, aynı renk ve desende kumaşlardan yapılmış sırtı bohçalı, kafası fötr şapkalı ve uzun fistanlarına sarılmış mutlaka birer çocuk bulunuyor. Bu asil görüntüleriyle kadınlar kendilerine bakan insanlarda derin bir saygı uyandırıyor. Onlarla göz göze geldiğinizde gururlu bakışları ve hayata ttutunuşları karşısında duyduğunuz saygı bir kat daha artıyor ve içinizde önlerinde eğilme isteği beliriyor. Uzakdoğu’nın en fedakar kadınlarının bulunduğu Çinhindi coğrafyasında olduğu gibi bu coğrafyalarda da aile hayatının önemli bir yükü kadınların sırtına yüklenmiş durumda. Her biri bir köşe başını tutmuş. Kimi el örgüsü kazaklarını, kimi koca bir tencerede yaptığı yemeği, kimi kendine has bir yöntemle sıktığı meyve sularını, kimi şifa veren çeşitli otları, kimi haşladığı mısırları, kimi bahçesinden topladığı çeşitli sebzeleri satarak çocuklarının karnını doyurmaya çalışıyor. Şimdi bu inanlara saygı duyulmazda ne yapılır? Yolunuz bu bölgeye düşmüşken mutlaka birde Koka Müzesi’ne uğramanız önerilir. Bu ülkede hükümetler devirecek kadar büyük öneme sahip koka bitkisinin serüveni ve bir çok kullanım alanı örnekleriyle anlatılıyor. Koka’nın bu kültürde yüzlerce kullanım alanının olduğunu görüyorsunuz ama bu ülkede onca koka olmasına rağmen yapılmayan ve kullanılmayan tek şey kokain. O halde Morales’in söylediği gibi Amerika istiyor diye niye vaz geçsinler bu denli önemli bitkilerinden. Kentin renkli sokaklarını gezerken tamamen buraya özgü bir olayı daha farkettim. On gün boyunca bu ülkenin hem Şili hem Arjantin kesiminden başlayıp bir çok köy kasaba ve şehrini dolaştım ama bu ülkede insan hayatının, giyiminin, kuşamının, kır ve şehir arasında hatta başkentte bile hiç değişmediğini gördüm. Diğer Latin ülkelerinin başkentlerine gittiğinizde genellikle Avrupa tarzı mimariler ve modern giyimli insanlarla karşılaşırken, burada başkentte olmanıza rağmen ülkenin en kırsal kesiminden bile insan figürlerini sokaklarda alabildiğine görebiliyorsunuz. Gezdiğim onca ülkenin farklı yüzlerini tanımak için mutlaka kırsal kesimlerinede gitmeyi yeğler ve modern kentlerin yaşamlarının arkasına gizlenmiş hayatlara tanıklık etmeye çalışırdım. Oysa bu ülkede başkentin kalbinin attığı sokaklarda bile Andların eteklerinde yaşayan en orjinalinden Aymara köylülerinin yaşantısına da tanıklık edebiliyorsunuz. İşte La Paz’ı diğer dünya kentlerinden ayıran en önemli özellik bu. Bu özelliğiniden dolayı Latin Amerika’yı görmeyi planlayanların mutlaka La Paz’ı da progrmalarına dahil etmeleri gerekiyor. Çünkü bu kentin sokakları Güney Amerika’nında en orjinal sokaklarını oluşturuyor. Burada her köşe başı ayrı bir ekonomik ve sosyal hayatın izlerine yansıtıyor. Başkentin yansıttığı tüm bu orjinalliğe ramen yinede önceki hükümetlerin izlediği politikaların sonucunda ülkenin doğal zenginliklerini kullanarak belirli bir ekonomik güce ulaşan küçücük bir azınlığın yaşadığı lüks semtlerde yok değil. Yerli halktan arınmış olarak yaşayan Avrupa kökenli Bolivyalılar’ın yaşadığı 20 de Octubre Caddesi ve onun çevresi etrafı yüksek duvarlarla çevrili lüks villaları ve son derece modern yapılmış dev iş merkezleriyle bir Avrupa semtinden farksız görünüyor. Yolunuz bu semte düştüğünde ortalıkta yerel kültürden eser kalmadığını görebilirsiniz. Özel güvenliklerin önünde nöbet tuttuğu son derece lüks alışveriş merkezileri ile şık restaurant ve kafeler’in önüne park etmiş pırıl pırıl otomobillerin içinden çıkan bakımlı gençlere rastlamanız mümkün. (Her ne kadar Moralesi’in iktidara gelmesiyle bir bölümü Amerika ve Avrupaya gitmiş olsa da.) MORALESLE YÜZ YÜZE 16 Temmuz, La Paz’ın kuruluş yıldönümü. Kutlamalar bu akşamdan başlayıp yarın akşama kadar devam edecek. Plaza Murillo’daki yerimizi aldık. Bu sırada mahşeri kalabalık çoktan geçiş törenine başlamıştı. O da ne? Uzaktan baktığımda geçiş yapan gruplar protokolün önündeki aprona çıkmış olan Evo Morales’i selamlıyorlar. O anda geçiş yapan tüm grupları yararak protokolün tam karşısındaki yerimi aldım. Gerçekten de bir Aymara yerlisi. İlk bakışta insana başkanmış imajı vermiyor. Bunda giydiği sıradan bir kazak ve montun da etkisi var. Yüzünde çok doğal ve samimi bir ifade var. Saatler ilerledikçe protokolün önünden geçen grupların renkliliği artıyor. İtfaiyecilerden dağcılara, meslektaşları lama çobanlarından koka üreticisi çiftçilere, ülkenin her türlü sosyal ve ekonomik özelliklerini yansıtan, bir ölçüde meslek loncalarının geçişleri yapılıyor. Meydanı dolduran halkın gözü ise gruplardan çok Moralesi’in üzerinde. Ara sıra ona bağlılıklarını belirten sloganlar atıyorlar. Gecenin ilerleyen saatlerinde sayın başkanla ertesi gün yapılacak olan resmi törende yeniden karşılaşmak üzere meydandan ayrıldım. Ertesi gün La Paz’ın kuruluşunun 177. yıldönümünü hep birlikte kutlamak için yeniden başkanlık sarayının önündeki yerimizi aldık. Tören ilk olarak meydanın ve başkanlık sarayının hemen yanındaki kilisede başladı. Bu defa ona daha da yaklaşıp yakından fotoğraflarını çekebilmek için bir yolunun bulup basın mensuplarının içine dalarak en uygun pozisyonumu aldım. Baş rahibin uzun konuşması en çok başkanı sıkımş olacak ki; sıkıldığı yüz ifadesine tamamen yansıyordu. Kah ayağını uzatıyor, kah esniyor, kah uyumamak için gözlerini ovuşturuyor. Doğrusu bir başkanın tüm objektifler üzerindeyken bile bu kadar doğal davranabildiğine şaşmamak elde değil. Bense bu uzun konuşmadan faydalanıp başkanın kendi özel arşivim için kare kare fotoğrafını çekiyorum. Halkın beğenisi bir kenera askerler bile Morales’e büyük saygı gösteriyorlardı. Aslında o bir bakıma sadece Bolivya’nın şimdiki lideri değil, beş yüz yıllık bir hasretin sonucu iktidara gelmiş tüm Latin Amerika’nın yerli halklarının başkanlığını temsil ediyordu. Akşam vakti gün batımında başkenti yüksek bir tepeden seyretmek için havaalanı yolundaki Manzara Tepesi’ne çıktım. İllimanı Dağı başkentin üzerine asılmış değerli bir tablo gibi duruyordu. Onun gölgesindeki şehir ise etrafı kırmızı tuğlalı sıvasız gecekondularla çevrilmişti. Bir futbol sahasında futbol yerine köpek yarışları yapılıyordu. Sanki bir tepeden değilde bir uçağın camından ya da 4000 metre yüksekseğe çıkıp bir paraşütten seyrediyordum başkenti. La Paz’a gelenlerin mutlaka buraya gelip şehri temaşa etmelerini öneriyorum. Dönüşte buraya özgü ön tarafı kamyonların ön kısmı gibi uzun olan renkli mi renkli minibüslerdenbirine bindim. Şehrin caddelerindeki özgünlüğün en önemli göstergelerinden biri de bu şehir içi yolcu minibüsleri. Çok eski yapım olmalarına rağmen renk ve desenleriyle o kadar şirinler ki herhangi birine nereye gittiğini sormadan atlayıp beş on kuruşa yolculuk yapabilirsiniz. Yolunuz buralara kadar düşmüşken birde la Paz’ın biraz dışında bulunan Valle La Luna’ya (Ay vadisi) gitmeniz gerekiyor. Şehrin güneyindeki dere yatağından ilginç yer şekillerini geçerek bir süre tırmandıktan sonra Ay vadisi’ne ulaşılıyor. Vadi gerçekten de görülmeye değer. Hele de gün batımında gitmişseniz. Hem akarsu aşındırması hem de sel sularının biriktirmesiyle oluşmuş konglomeraların yol açtığı birbirinden ilginç yer şekilleri var. Bazı bölümler ise peribacalarını andırıyor. Bir tek üstündeki bazalt taşları eksik. Derin çukurluklar, dev çıkıntılar bölgeyi albenisi yükseki bir kanyon haline geitiryor. Aşırı yıkanmadan dolayı tuzlaşmış yüzeylerde dev kaktüslerede restlamak mümkün. Ara sıra minibüslerde buraya gelip gidiyor ama taksiyle gitmek daha uygun. Bolivya’da taksiler çok ucuz. Şehir içinde gittiğiniz her yer en fazla 20 Bolivyanos tutuyor. Bu da üç TL’yi geçmiyor.

GÜNEŞİN KUTSAL KENTİ CUSCO/PERU

Titicaca Gölü’nün Bolivya ağayını tamamladıktan sonra karayoluyla Güney Amerika gezimin bir sonraki durağı olan Peru’ya geçmek için sınır kapısına geldim ve daha önce İtalya’dan aldığım vize ile Peru’ya giriş yaptım. (Peru diğer Güney Amerika ülkelerinin aksine Paraguay ile birlikte Türkiye’den vize istiyor ve bu vizede ancak İtalya’dan alınabiliyor). Gerek sınır kapısında karşılaştğım görevliler, gerekse eski bir minibüsle Juli kasabasına kadar yaptığım yolculuk sırasında edindiğim ilk izlenimler bu insanların Bolivyalılar’dan biraz farklı olmasıydı. Burada insanlar çevrelerine karşı daha ilgisiz, daha soğuk bakışlı ve tenleri daha siyahtı. Peru’nun nüfusu Bolivya’nın üç katına yakın olduğu için (29 Milyon) haliyle ortalık daha kalabalıktı. Hiç vakit kaybetmeden Juli’den bir başka araca binerek Titicaca Gölü’nün bu kez Peru kıyılarını seyrederek (bol miktarda sazlık ve su kuşları var) iki saat sonra göl kıyısındaki tüm yerleşmelerin en büyüğü olan Puno’ya geldim. Puno, Titicaca ile İnka medeniyetinin başkenti Cusco arasında bir geçiş sahasında yer aldığı için tarih boyunca önemini korumuş eski bir kent. Ayrıca Titicaca Gölü ile en çok bağlantısı olan yerleşim birimi. İspanyollar’ında vakti zamanında çok önem verdikleri kentin merkezi koloni döneminin derin izlerini taşıyor. Öte yandan tüm Latin Amerika’ya dağılmış bir halde yaşayan Keçhua yerlilerinin de esas mekanı burası. Yeri gelmişken biraz Keçhua yerlilerinden bahsedelim: Keçhualar, (Quechua) Güney Amerika‘nın And Dağları eteklerinde kızılderili yerlileriyle yakın akraba olan ve kendi etnik dillerini konuşan bir yerli halk. Bu gün Güney Amerika’da bulunan ve sayıları iyice azalan yerli nüfus içinde belki de en göze batan grup Keçhua yerlileri. Tarih boyunca başlarına gelen bir çok olumsuzluklara rağmen şimdilerde kıtanın bir çok ülkesine dağılmış olsalar bile tarih sahnesinden çekilmemişler. Keçhualar kendi dillerini ‘Runa simi’ olarak adlandırıyorlar. (runa “insan” simi “kelime“) Bu dilin konuşulduğu bölge, Kolombiya‘nın güneyinden başlayarak, Ekvador‘un büyük kısmını da içine alıp, Peru ve Bolivya üzerinden Şili ve Arjantin‘in kuzeyine kadar uzanıyor. Konuşanların büyük bölümü Peru’nun güneyindeki yüksek bölgelerde daha ziyade dağınık bir halde yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlarDiğer ülkelerde ise çoğunlukla yok sayılıyor ve toplumdan kopuk bir halde sarp coğrafyalarda hayata tutunmaya çalışıyorlar. Tüm kıtada keçhua dili tahminen 7 milyondan fazla insan tarafından konuşuluyor. Bu da onu Güney Amerika’nın en çok konuşulan yerli dili haline getiriyor. Kıtada, İspanyolca ve Portekizce’den sonra konuşanların sayısı bakımından üçüncü sırayı alıyor. Keçhua dili İspanyolca’nın yanında Peru ve Bolivya‘nın resmi devlet dili içinde yer alıyor. Güney Amerika’nın bazı büyük üniversitelerinde ise yabancı dil olarak öğretiliyor. Çarşı pazar bir kaç saat Puno’yu dolaştıktan sonra İnka İmparatoru yüce Atahualpa ile olan randevuma geç kalmamak için sosyeteye karışıp yalnızca turistlerin bindiği, yerlilere göre lüks sayılabilecek bir otobüse atlayıp kuzey yollarına düştüm. Dağlar bayırlar aşarak geceyarısı efsanevi İnka İmparatorluğu’nun başkenti Cusco’ya ulaştım. 28 Milyonu aşan nüfusu ve ülkemizin bir buçuk katı büyüklüğündeki Peru’nun resmi başkenti İspanyol generali Pizzaro’nun kurduğu on milyona yakın nüfusu ile kuru bir kalabalıktan öte bir özelliği olmaya Lima olsa da ülkenin turistik başkenti tabi ki Cusco. Kenti gezmek için buraya gelmişseniz yer bulmakta zorlansanız da ne yapıp edip meydanın çevresindeki küçük otellerden birine kapağı atmaya çalışmalısınız. Hele de meydana bakan bir oda bulmuşsanız ne mutlu size. Günün her saatinde ahşap ve süslemeli ağaç işinden yapılmış balkonunuzdan meydanda 24 saat süren kesintisiz hayatı seyretmek mümkün. Deniz seviyesinden 3326 Metre yüksekte bulunan Cusco’ya (Machu Picchu’dan daha yüksek.) İnkalar, ‘Güneşin Kutsal Kenti’ demişler. Ülkedeki tüm yolları birbirine bağladığı için ‘göbek bağı’ anlamına gelen Cusco’yu şahin başlı bir pumanın vücudu şeklinde inşa etmişler. Dinsel ritüellerin ağır bastığı kentin bir çok bölümüne ‘Huaca’ adını verdikleri dini mekanlar ve tapınaklar yapmışlar. Ancak İspanyollar, bunların hepsini ya yıkmışlar ya da kiliseye çevirip halkı da zorla katolik yapmaya kalkmışlar. Şimdilerde ülkede hıristiyanlık çok yaygın olsa da özellikle bu bölgede yaşayan yerlilerde atalarından kalma eski inanışların izlerine hala rastlamak mümkün. Şehri gezmeye ilk olarak Plaza de Armas Meydanı’ndan başlıyorum. Meydanın hemen yanında bir zamanlar İnkalar’ın altın sütunlarla süslediği Güneş Tapınağı’nın yerinde İspanyollar’ın yaptığı Santa Domingo Kilisesi yer alıyor. Tapınağın altınları ise daha o zamanlar gemilere yüklenip çoktan Sevilla’daki hazine depolarına gönderilmiş. Bu büyük yapının dışında başka tapınak ve büyük tarihi binalarda mevcut. Bu arada meydanın dört bir yanında gökkuşağı şeklindeki Cusco bayraklarının asıldığını görüyorum. Halk bir hafta sonraki (28 Temmuz) bağımsızlık gününü kutlamaya hazırlanıyor. Yani Simon Bolivar’ın Pizzaro ile başlayan Peru istilasına 1821’ de son verdiği tarihin yıl dönümünü büyük bir coşkuyla kutlayacakları günün gelmesini bekliyorlar. Meydanın çevresindeki iki katlı küçük binaların alt katları tamamen seyahat acentalarına ayrılmış durumda. Şehrin arka sokaklarını gezmek için meydandan biraz uzaklaştığınızda sırtlarında el dokuması pançoları, kafalarında yuvarlak şapkaları ile İnkalar’ın torunları olan Keçhualı kadın ve çocukların günlük hayatlarını görebilirsiniz. Bazı sokaklar ise hala Akdeniz kültürünün mimari izlerini taşıyor. Koloni döneminde İspanyolların kurduğu mahalleler hiç bozulmadan günümüze kadar gelmiş. Arnavut kaldırımlı sokaklarda yürürken ahşap balkonlu ve cumbalı evleri, farklı desen ve renklerde birer sanat eseri olan kapıları ve o kapıları aralayıp içeri girdiğinizde geniş bir avlusu olan iki üç katlı tarihi konaklar sizi karşılıyor. Bu konakların alt katları şimdilerde birer sanat atölyelerine ve turistik eşya satan dükkanlara dönüştürülmüş durumda. Cusco, Güney Amerika ülkelerine yapacağınız gezi sırasında asla açlık çekmeyeceğiniz nadir kentlerden biri. Şehrin meydanını sarmalayan tüm sokaklarda dönerci de dahil olmak üzere dünyanın her türlü mutfağından örneklerin verildiği restoran ve kafeler yer alıyor. Güneş topraklarındaki ikinci günüm kentin yakın çevresindeki antik kalıntıları ve buralarda yaşayan yerlilerin günlük hayatlarına tanıklık etmekle geçti. Şehirden aldığımız günlük turla bir minibüsü dolduran gezgin arkadaşlarımla birlikte bir hayli komik ve konusuna hakim genç rehberimiz Fredy eşliğinde güneş çocuklarının izlerini sürmeye devam ettik. İlk durağımız Sacred Valley’de bulunan ‘Sacsayhuaman kalıntıları’ oldu. İnkalar için çok önemli olan bu mekan bir pumanın başı şeklinde yapılmış. (kentin geri kalan kısmı ise pumanın gövdesini oluşturacak şekilde tasarlanmış). İkinci durağımız Urubamba Nehri’nin bulunduğu vadinin yamaçlarında yer alan bir lama çiftliği oluyor. Çiftlikte her tür lama yetiştiriliyor. En sevimlileri ise boyları daha küçük olan çoğu beyaz tüylü alpakalar. Çifliğin orta yerinde geleneksel tezgah kurup alpaka yününden halı dokuyan Kechua kadınlarına rastlıyoruz. Burada yaşayanlar geceleri kamış çubuklardan yaptıkları ve üzerini otlarla kapattıkları çadıra benzer küçük evlerde kalıyorlar. Üçüncü durağımız ise Urubamba kıyısında kurulmuş ve hala yerlilerin yaşadığı antik kent Pisak oluyor. Kentin yamacındaki İnkalar’dan kalma yüzlerce teras günümüzde de tarla olarak kullanılıyor. Kechualar bu teraslarda hala patates, mısır ve diğer bitkileri yetiştirerek geçimlerini sağlarken, bir yandan da bu terasları görmeye gelen turistlerden para kazanmak için kurulan büyük bir yerel pazarda her türlü ilginç eşyaları satıyorlar.

GÜNEŞ’İN EFSANE UYGARLIĞI/ İNKALAR

Dünya’nın ikinci büyü sıradağları olan And Dağları’nın yüksek kesimlerindeki vadilerde 12. ile 16. yüzyıllar arasında yaşamış olan ve “dört bucağı birleştiren” anlamına gelen İnkalar, İspanyol istilasına kadar, 10 milyona yakın olduğu sanılan nüfusluyla bu günkü Bolivya, Peru, Ekvador, Arjantin ve Şili’nin büyük bir bölümüne hakim olan güçlü bir imparatorluk kurdular. İnkalar, bu büyük imparatorluğu kurarken daha önce bölgede kurulmuş olan, Naskalar ile Titicaka Gölü çevresinde kurulmuş olan ve dev bloklardan yapılma büyük taş yapılar ile tanınan (sonraları İnka sanatının temelini oluşturacak) Tivanaku ve Variler’den çok etkilenmişler. Bu uygarlıkların birikimlerini daha da geliştirerek Andları çevreleyen geniş bir coğrafyada hayal edilemeyecek büyüklükte bir imparatorluk yarattılar. O ana kadar bölgede kurulan uygarlıklardan hiç biri bu kadar geniş topraklar, bu kadar çeşitli yapıda araziler, bu kadar çok insan, bu kadar çok etnik grup üzerinde mutlak egemenlik sağlayamamışlar. O dönemin koşullarına göre böyle bir hakimiyeti sağlamak idari ve örgütsel bir dehayı gerektiriyordu. İşte o deha da İnkalarda vardır. Onlar hakim oldukları bütün toprakları 40 bin km’yi bulan büyük bir yol ağıyla “göbek bağı” adını verdikleri kutsal kentleri Cusco’ya bağlayan bir anayol sistemi kurmuşlar. Halkın sadece kutsal devlet için çalışmasını sağlamışlar ve bu çalışmalar sonucu elde edilen ürünleri titizlikle kayda geçirip depoladıkları gibi adil bir şekilde dağıtmayı da ihmal etmemişler. Üstelik tüm bunları alfabeleri olmadığı halde yapmışlar. İnkaları dünyadaki diğer tüm uygarlıklardan ayıran yegane özellik işte budur. Çünkü alfabe kullanmadan bu denli işlevsel ve büyük bir imparatorluk o döneme kadar ve ondan sonra da kurulmamıştır. İnkalar’ın yazılı bir tarihleri olmadığı için bu gizemli imparatorlukla ilgili tüm bilgiler sözlü tarihten öteye geçemiyor. Yerlilerin 16.yüzyılda bölgeye gelen İspanyol tarihçilerine anlattıkları bu bilgilerin dışında bölgede yapılan arkeolojik çalışmalar da her geçen gün bu medeniyet hakkında yeni ve daha sağlıklı bilgilerin ortaya çıkmasına neden oluyor. Mevcut bilgilerden hareketle kısa bir İnka yolculuğuna çıkalım İnka medeniyetinin ortaya çıkışı daha ziyade dinsel bir efsaneye dayandırılır. Bu efsanenin de temelleri daha önce kısaca anlatıldığı üzere Titicaca Gölü içinde bulunan Güneş ve Ay Adaları’nda atılmıştır. Güneş Tanrısı İnti’nin yeryüzüne gönderdiği oğlu Manco Capac (İlk İnka kralı) gelecekte nerede yaşayacaklarını belirlemek için altın okunu kuzeye doğru fırlatır. Bu ok Cusco’da bu günkü Santa Domingo Manastırı’nın bulunduğu yere saplanır. İşte bunu tanrı İnti’nin bir işareti sayan kral Manco tam okun düştüğü yere ‘İnticancha’ adını verdiği güneşin evini inşa eder ve karısı Mama Ocllo ile buraya yerleşerek ‘Güneşin Kutsal kenti’ adını verdiği Cusco’da imparatorluğun temellerini atar. Ancak İnkalar’ın gelişip güçlenmesi için birkaç neslin daha geçmesi gerekecektir. 1438 yılında İnka İmparatorluğu’nu tarih sahnesine en parlak şekilde çıkaracak kişi “yeri titreten” lakaplı kral Pachacuti’dir. Bu kudretli kral, kendine karşı gelen tüm farklı toplulukları dize getirdikten sonra güneydeki Tivanaku’nun dini merkezlerini fethedip atalarının geldiğini düşündüğü Titicaka Gölü çevresini ele geçirir ve topraklarını iyice genişletir. Elde ettiği güçle Cusco’yu önemli bir merkez olacak şekilde yeniden ve çok daha ihtişamlı bir şekilde inşa eder. Merkezi otoriteyi güçlendirdikten sonra İnkalar, Pachacuti ve Tupa İnca zamanında 50 yıl boyunca topraklarını sürekli genişleterek büyük bir imparatorluk haline gelirler.1493 yılına gelindiğinde toraklarının sınırları kuzeyde bugünkü Kolombiya sınırından başlayıp güneye doğru 4000 km uzanarak Arjantin ile Şili’ye kadar uzanır. Nüfusu ise 10 milyonu geçer. İnkalar’ın And Dağları’nın sarp coğrafyalarında bu denli geniş topraklarda ve o döneme göre büyük bir nüfus üzerinde mutlak egemenlik kurabilmeleri için geniş bir yol ağına sahip olmaları gerekiyordu. Bunun bilincinde olan krallar tüm topraklarını birbirine en kısa yollardan bağlayacak şekilde 40 bin km’yi bulan bir kara yolu ağı geliştirdiler. Bir kısmı taş döşenerek yapılan bu yolları en kestirme şekilde başkent Cusco’ya bağlarlar. Kayaları oyarak kısa tüneller, tahtadan köprüler, gelişmiş bir haberleşme sistemi, belli aralıklarda kurulu posta istasyonlarına ulaklar haber taşırlar ve yollarda kervansaraylara benzeyen dinlenme evleri inşa ederler. Merkezdeki Cusco’yu eyaletlere, onları da tüm tarımsal üretimlerin depolandığı ambarlara bağlarlar. Anayollardan birini dağlardan diğerini deniz kıyısından geçirip, taşımacılığı lamalarla sağlayarak günde 50 km’lik yolu 50 kiloluk yüklerle aşarlar. Buna rağmen öteki kıtalarda yaşayanlara göre önemli bir dezavantajları da vardı, çünkü onlar henüz at ve tekerlekli arabayı kullanmayı bilmiyorlardır. İnkalar, çatıları tahta kirişler üzerine saman örtülü, altın süslemeli tonlarca ağırlıkta taşlardan yapılmış büyük taş kaleler ve tapınaklar yapmışlar. Halk genellikle duvarları kerpiçten, çatıları samandan yapılma küçük evlerde yaşayıp, basit tezgahlarda lama yünlerinden duvar halıları dokurlar. Pamuklu dokumaları o kadar incedir ki, İspanyollar bunları ipek sanırlar. Kemik ve bambudan flüt, toprak ve deniz kabuklarından borazan ve tunçtan eşyalarda kullanırlar. Eski Mısırlılar gibi İnkalar’da ölülerini mumyalamışlar, onlarda Mısırlı firavunlar gibi güneşle yakın bir bağ kurmuşlar. Bütün imparatorlar güneş tanrısı İnti’nin çocukları kabul edilmiş. Bu yüzden güneşin hareketlerini dikkatle izlemişler, hatta bir güneş saati bile yapmışlar. Matematik hesaplamalarında düğüm yöntemi kullanmışlar ve bu şekilde tüm ülkede alınan yıllık ürünü, doğum, ölüm gibi istatistiki bilgileri arşivlemişler. Tohum ekme ve hasat dönemlerini de Ay’ın hareketlerine göre belirlemişler. Dağların eteklerinde teraslama yöntemiyle tarım yapmışlar, dünyada ilk patatesi de onlar yetiştirmişler. Yine yerlilerin İspanyol tarihçilerine anlattıklarına göre İnkalar’da on ailelik gruplar kendilerine bir önder seçer, önderler bir şefin sorumluluğunda olurmuş. Her şefin buyruğunda beş önder bulunur ve bu düzen hepsinin önderi ve yöneticisi olan İmparatora kadar hiyerarşik bir şekilde uzanırmış. Bu efsane imparatorlukta halk belirli bir yaşama ve çalışma düzenine uymak zorunda bırakmış. Tüm halk ürettiklerinin belirli bir kısmını İmparatora ve rahiplere vermek zorundadır. İnka İmparatorluğu boyunca And halkları kutsal yerlerde “Huaca” adını verdikleri tapınaklar inşa ederler. Huacalâr ruhani gücü olduğuna inanılan mekânlardı. Bunlar mağaralarda, su kaynaklarında, büyük kayalarda, tepelerde, pınar ya da köprü yakınlarında ve dağların doruklarında yapılırdı. Bu huacalar’da adaklar çok yaygındı. En popüler adaklar koka yaprağı dolu sepetler, renkli deniz kabukları, lamalar, alpakalar, mısır birası, bez, metal heykelcikler ve bazen de bakire kızlar ve çocuklardı. Peru’da Arequipa yakınlarında Ampato’da bulunan arkeolojik kalıntılar çocukların kurban edildiklerinin bir kanıtıdır. Ampato kızı görkemli tüylü bir başlık, çanak çömlek, kaşıklar, ahşap kupalar, giyimli metal heykelcikler, yiyecek ve güzel kumaşlarla gömülü bulunmuştu. Başkentte yapılan büyük şenliklerde güneş tanrısı İnti adına lamalar ve insanlar kurban edilirdi. Yerel bir yöneticinin çocuğunu kurban edilmek üzere vermesi, hem İnka devletine hem de taptıkları yaratıcı tanrılara bağlılığının kanıtıydı. Ama tarihi bir kural parlak İnka İmparatorluğu içinde geçerlidir: ‘Her yükselişin bir çöküşü olur.’ İnkalar’ın tahta çıkan yeni kralı Atahuallpa’nın yanında bulunan rahipler geleceğe yönelik kehanetlerde bulunmalarıyla ün salmışlardı. İnkalar’ın yok oluşunu anlatan bir efsaneyi Rupert Furneux adlı yazar ‘‘Kayıp uygarlıklar’’ adlı kitabında şöyle anlatıyor: Bir gün İnka İmparatoru Atahuallpa, Ay’ın etrafında üç halka görünce başrahip Ilaica’yı çağırıp bunun anlamını sorar. Başrahip, “Ah efendim! Söyleyeceğim sözler için beni bağışlayın. Annemiz Ay, ileride başımıza büyük felaketler geleceğini haber veriyor. Ay’ın etrafındaki ilk halka kan kırmızısı renginde. Bu bizim çok kanlı bir savaşa girişeceğimizi açıklıyor. Siyah daireyse, bu savaşı kaybedeceğimizi belirtiyor. Üçüncü halkaysa, duman rengi ve hafif. Bu da dinimizin, imparatorluğumuzun, yasalarımızın tıpkı rüzgarda bir duman gibi dünya üzerinden kaybolacağını gösteriyor.” İmparator, başrahiple diğer rahiplerin bu yorumuna çok kızar. Daha sonra haber salarak bütün kabilelerdeki ünlü büyücü ve müneccimleri getirtir. Ancak, gelenlerin hepsi de aynı sözleri tekrarlar. İnka İmparatorluğunun sonu yaklaşmaktadır. İmparator geceleri endişeden uyuyamaz hale gelir. Nitekim önce İnkalar’ın başkenti Cuzco’da arka arkaya bir kaç deprem olur. Bir iki hafta sonra da başlarında kana susamış, cahil ve açgözlü Pizarro’nun bulunduğu İspanyollar, Peru’ya ayak basarlar. Artık İnka İmparatorluğu’nun hızlı çöküşü yakındır.

Mustafa Andıç



Akdeniz’in incisi – Sedir Ağacı ülkesi: Lübnan

Gönül zenginliği, Gözün gördüğü zenginlik ve üzerinden nazarın eksilmediği bereketli topraklar...
Uzun zamandır hep aklımdaydı, “Şu Beyrut’u aradan çıkarsak, kısa tatillerden birini değerlendirsek” diye. Geçen yaz, bunu sesli düşündüğümde birkaç arkadaş “gidelim”li olunca daha bir heveslendim.
Bir yandan Lübnan’la ilgili araştırmalara başladım, bir yandan da uçak saatlerini ve fiyatlarını kurcalıyordum. Bir ara Pegasus’un ekim ayı süresince Beyrut’a uçuşlara başladığını öğrendim. Fiyatlar da fena değildi. “Geliriz” diyen arkadaşlarımla paylaştım ve herkes onayladı.
Aradan bir ay geçmişti ki bir telefon “Yaaa, şu biletleri alalım artık, ben bugün iznimi onaylattım !”. Derhal... Diğer katılımcılarla yazıştık ve aynı gün akşam olmadan hepimiz, Ekim sonu olan uçak biletlerimizi Temmuz ayında almış olduk. 6 kişiydik. Kimimiz gezi programından, kimimiz otel rezervasyonundan sorumluyduk. Yani hepimiz değişik kollardan araştırmalara, çalışmalara başlamıştık.
Geziye bir ay kala, 6 kişilik ekibimizin en heyecanlısı, bize erkenden biletleri aldıran can insan Nazan’ın sağlık problemleri çıktı. ”Belki gelir” olan ümitlerimiz tarih yaklaşınca doktorun onay vermemesi üzerine son buldu. Neyse ki Nazo’nun durumu iyiydi ve onun sağlıklı olması bize yeterdi.
Uçağımız Sabiha Gökçen’den olduğu için ayrıca çok sevinmiştik çünkü hepimiz Anadolu Yakasında oturuyorduk.

25 Ekim 2010 – İSTANBUL - BEYRUT

Evin önünden Hüsniye aldı, hep birlikte Sevcan’ın ofisine gittik. Yasin’le de buluşup tüm ekip Sevcan’ın aracıyla Sabiha Gökçen Havalimanına vardık. Uçuş kartlarımızı alıp akşam yemeği için kafelerden birisine oturduk. Nevalemiz boldu, Hüsniye çaylarımızı tamamladı ve akşam yemeğimizi afiyetle yedik.
Bir saatlik bir gecikme ile Pegasus uçağındaki yerlerimizdeydik. Rotamız; Akdeniz’in doğusundaki, Arap ve Ortadoğu ülkesi olan aynı zamanda Fenike uygarlığının vatanı olarak da bilinen Lübnan’dı. Lübnan’ın Akdeniz haricinde iki ülkeye sınırı bulunuyor. Kuzeyinde ve doğusunda Suriye, güneyinde ise İsrail var. Ancak Lübnan’daki haritaların çoğunda (bizim gördüklerimizin) güney komşusu olarak İsrail yerine Filistin yazıyordu.
20:30’da hareket eden uçağımız 1.5 saat sonra Beyrut Rafik Hariri Havalimanı’na indi. Aramızda saat farkı yok. Ortadoğu’nun en modern, en demokratik, şehir mimarisi en güzel olan bölgesindeydik artık.
Alçaldığımız sırada yukarıdan izlediğimiz manzara inanılmazdı. Deniz kıyısındaki ışıklarla bezeli Lübnan görüntüsü, Akdeniz’in incisi gibiydi. Yüzölçümü 10.452 km².
Bizlere (T.C vatandaşlarına) vize yok. Pasaportlarımızın sayfaları tek tek incelendi. İsrail’e giriş-çıkış yapanları ülkeye almıyorlar bu yüzden çok sıkı kontrol ediyorlardı. Polis, benim pasaportumda silik olan bir damgayı epey inceledi. İkna olmadı iki polise pasaportun sayfasını gösterip birşeyler söyledi. Sonra da bana “Suriye’ye gittin mi ?” diye sordu. Cilvegözü Sınır Kapısı’ndan vurulan damgayı tam anlayamamış meğer onun onayını aldıktan sonra pasaportumu verdi de geçebildim.
Havaalanından çıkmadan 50’şer usd para bozdurduk. 1 usd = 1.5 Lübnan Lirası.
Daha kapıya yaklaşır yaklaşmaz taksiciler hücum ettiler. Biz daha evvel gidenlerin notlarından okumuştuk. Şehir merkezine kadar 20 LL tutuyormuş. Taksiciler bizimle 60 usd, 50 usd gibi pazarlıklara başladılar. Kararlıyız, fazla para vermeyeceğiz. Bu arada pazarlıkları Sevcan yapıyor. Sonunda büyükçe Mercedes aracı olan birisiyle 30 LL’na anlaşıyoruz.
Ülkenin toplam nüfusu 4 milyon. Halkın yarısı Beyrut’ta yaşıyormuş. Tahminlere göre geçen savaşlarda ölenlerin sayısı ise 100 bin. 100 bin kişi de sakat kalmış. Beyrut, bugün iki milyona yaklaşan nüfusuyla Lübnan'daki tüm mezheplerin ve yabancıların yoğun olarak yaşadığı kozmopolit bir şehir haline dönüşmüş.
20 dakikalık bir süre sonunda Beyrut’un Hamra bölgesindeki Embassy Otelimize varıyoruz. Otelimizi de gelmeden evvel internetten Sevcan ayarlamıştı. Sağolsun, gezimizin başından sonuna kadar epeyce emeği geçti.
Ekrandan görülenle gerçeği bir olmuyor tabii. Otel görünenden daha vasattı ama bunu tahmin ediyorduk. Genellikle böyle oluyordu. Resepsiyondaki hanımla rezervasyonlarımız kontrol edildi ve kalacağımız tüm günlerin ödemeleri peşinen yapıldı.
Ertesi günkü program için otelden taksi istedik. Hüseyin adında kibar birisi geldi. Bizim programlarımız hazırdı. Kağıttan okuyarak, nerelere gitmek istediğimizi ve 5 kişi olduğumuzu söyledik. Tüm gün için bizden 120 usd istedi. Çok fazla itiraz da edemiyorduk. Çünkü çok yorgunduk. “Bu günlük böyle olsun” deyip odalarımıza çekildik.

26 Ekim 2010 – TRİPOLİ – BYBLOS - JUNIE – El Harisa

08:30’da otelden hareket ettik.Tripoli’ye doğru gideceğiz. Jeepimiz çok güzel, 5 kişi rahat rahat yerleşiyoruz. Önceki akşam konuşup anlaştığımız Hüseyin, başka birini görevlendirmişti. Meğer, Hüseyin sadece anlaşmaları yapıyormuş. 60 yaşlarındaki amcamız iyi İngilizce konuşuyordu. Söylediğine göre Fransızcayı daha iyi konuşuyormuş fakat bizde bilen yoktu. Sevcan biraz bilse de amcayla anlaşamadılar, tekrar İngilizceye döndüler.
Lübnan, Fransızca konuşan ülkeler topluluğu (Frankofon) içerisinde yer alıyormuş. Dolayısıyla nüfusun %20’si Fransızca biliyormuş. Lübnan’ın resmi dili Arapça. Ülkede anaokulundan itibaren yabancı dil öğretildiğinden Fransızca ve İngilizce de epeyce konuşuluyormuş. Arapça, tüm etnik ve dini gruplar arasında kullanılan ortak bir dil.
Yazılanlara göre; 1866'da Beyrut Amerikan Üniversitesi'nin kuruluşuyla ilk defa konuşulmaya başlanan ve özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaygınlık kazanan İngilizce ise günlük hayatta iletişim dili olarak kullanılmasa da, uzun seneler ülkedeki Fransız etkisinden rahatsızlık duyan Müslümanlar tarafından tercih edilen bir yabancı dil olmuş...
Beyrut’tan denize paralel ana yoldan kuzeye (şimal) doğru yolculuğumuz başladı. Beyrut, Tripoli arası 85 km. Yolculuğumuz yaklaşık 1 saat.
Antik Çağda önemli bir Fenike şehri olan Trablusşam daha sonraki tarihlerde Perslerin, Romalıların, Arapların, Haçlıların ve Memlukların idaresinde kaldıktan sonra 1516'da Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferi sırasında Osmanlı topraklarına katıldı. I. Dünya Savaşı'ndan sonra Fransızların idaresine giren Trablusşam 1946’da Lübnan’ın bir şehri haline geldi.
Osmanlı döneminde; Osmanlı devleti sınırları içerisinde aynı ismi taşıyan iki şehir vardı. Birisi Kuzey Afrika’daki diğeri de Lübnan’daki Tripoli şehirleri. Osmanlılar Lübnan’dakine Şam’a yakın olduğundan Trablusşam, Libya’daki şehre ise batıda olduğu için Trablusgarb ismini vermiştir.
Tripoli (Trablus) 500 bin nüfusuyla Lübnan’ın ikinci büyük şehri. Tripoli’de yaşayan halkın çoğu Sünni Müslüman. Hıristiyan ve Nusayriler de Tripoli’de varmış. Şehir aynı zamanda sünni – şii çatışmasının en yoğun yaşandığı yer olarak geçiyor.
Internetten edindiğim bilgilere göre; 1932 yılından beri nüfus sayımı yapılmadığından ve halkın dini kimliği sorulmadığından dolayı çok net rakamlar yokmuş. Tahmini olarak; halkın % 64.7’si Müslüman, %35’i Hıristiyan, %1.3’ü ise Dürzi’ymiş. Lübnan İç Savaşı ve sonrasında yapılan göç ve başka sebeplerden dolayı da Hıristiyanların sayısı azalmış, özellikle Şii Müslümanların sayısında artış olmuş.
Yolculuğumuz sırasında araçta müzik dinlemek istedik, ancak radyo kanallarının hemen hepsinde konuşmalar vardı. Bizim kaptan da sürekli arama halindeydi. Tam Tripoli’ye yaklaşırken bir müzik duyduk. “Aaaa, batsın bu dünya çalıyor”. Ne çıksa yurdumun topraklarından çıkıyor valla. Hatay’a yaklaştığımız için oradaki radyo istasyonlarından birine bağlanabilmiş meğer. Şarkı biter bitmez Trablusşam şehrine varmıştık.
Osmanlı döneminden kalma yapılarıyla bizden bir şehir. En önemli Osmanlı eseri; şehrin tam ortasındaki saat kulesi. Yazılanlara göre; II.Abdulhamit’in tahta çıkışının 25.yılı sebebiyle dikilmiş. Yüksekliği 30 metre. Çok güzel, albenisi yüksek, 4 katlı gösterişli bir kule. Bayağı da sağlam görünüyordu.
Şöförümüz, aracı şehrin merkezindeki, saat kulesinin tam karşısına park etti. “Siz gelene kadar burada bekleyeceğim” dedi.
Şehir deniz kenarında kurulu ve her yer yürüyüş mesafesinde. Saat kulesinden kaleye doğru yürüyüşe geçtik. Eski çarşılarını dolaştık. Pazar yerlerine dalıp, meyveler aldık. Tatlıcının önünden geçerken kendimizi tutamayıp içeri daldık. Hemen oracıkta yedik.
Yukarı kaleye kadar çıkıp içerisine girmedik. Haçlılar tarafından 1104 yılında yapılmış olan kalede tadilat vardı. Toz toprak içinde malzeme taşınıyordu içeriye. Devamında aşağıya doğru inişe geçtik ve bir anda kendimizi kapalı çarşıda bulduk. Abbaralı evlerin bulunduğu dar sokaklarında dolaştık. Kuyumcular Çarşısı görülmeye değerdi.
Şehir keşmekeş görünmekle birlikte aslında düzenli de sayılır. Planlama çok güzel biraz da yenilenme ve bakım olsaymış çok daha güzel olabilirmiş. En başta kablolar yer altına inse görünmese büyük oranda ferahlayacaklar. Kafanızı yukarı kaldırdığınızda sanki üstünüzde kablolardan bir ağ örülmüş gibi.
Yazılanlara göre 3500 yıllık tarihi geçmişi olan bu şehirde 160’a yakın medrese, cami, kervansaray, çarşı, anıt vs. gibi tarihi eserler bulunuyormuş.
Mansuri Büyük Camiiyi ziyaret ettik. 1294 yılında St.Mary Kilisesinden camiye çevrilmiş. Camiye girişte bayanların örtünmeleri gerekiyor. Bu işi görev edinmiş Fransız bir adam vardı kapıda. Ne iş anlayamadık ama kapıda bulundurduğu valizden bize renkli örtüler çıkarıp verdi. Çıkışta da bahşişini istemeyi ihmal etmedi.
1315 yılında yapılmış olan Ömer El Murtasi Camiisini de gördük. Hemen yanında da medresesi bulunuyordu.
Kaleyi, çarşılarını ve meşhur camilerini ziyaret ettikten sonra merkezdeki saat kulesine vardık. Aracımız hala yerinde duruyordu. Meydandaki sevimli polisten ünlü tatlıcının tarifini de alıp sahile doğru dümdüz yürüdük.
Sahil demişken eklemek isterim. Lübnan’ın sahip olduğu tek adalar Tripoli şehrinin hemen açıklarında yer alan dört tane adacıklarmış. Unesco tarafından dünya mirası ilan edilmiş. Kamp kurmak, ateş yakmak yasak çünkü yeşil kaplumbağalar ve çok ender görülen bir takım kuşlar yaşamaktaymış. Adada ayrıca Roma ve Haçlı devletlerinden kalma kalıntılar da bulunuyormuş.
Neyse, gezi yazılarında adını çokça duyduğumuz, şehrin meşhur tatlıcısı Abdurrahman Al Halabi tatlıcısına vardık. İçerisi son derece ferah temiz ve modern. Tüm tatlılar, tuzlular ortada, laboratuvar titizliğinde yapılıyor. İçerisi mis gibi kokuyordu. İnsanın yemeyeceği varsa da yiyebilir. Bu yüzden çok tehlikeli ve her gün uğranılmaması gereken bir yer. Zar zor boş bir masa bulabildik, epey kalabalıktı. Bildiğimiz, fotoğraflarından beğendiğimiz tatlılardan sipariş ettik. Sevcan, “sizin buraya özgü olan tatlınız hangisi?” diye sorup garsonun önerdiği tatlıyı istedi. Çaylar kahveler eşliğinde nefis tatlılarımızı afiyetle yedik. Sevcan biraz yavaş gidiyordu. Bize “çok hafif lütfen bir tadına bakın” diye yedirmeye çalıştı ama kimse yemedi. Yiyebilmek için tatlısının üzerine sürekli şerbet döküyordu. Şerbet de bitti tatlı da. Tüm bu güzellikler için; 35 000 LL ödedik.
Tatlıcıdan ayrılıp, merkezde bizi bekleyen aracımıza binip programımıza devam ettik. Bir ara bizim taksici rehberlik etmeye, bizim gezdiğimiz yerleri arabayla gezdirmeye çalıştı ama vaktimizin olmadığını, gezdiğimizi söyleyip teşekkür ettik. Sonra da kendi özel siparişlerini almak için bizi araçta bekletti. Çok garip bir insandı, onca saat boşu boşuna bekleyeceğine, kendi işini halletsene be adam !. Neyse, ilk gün herşeyini normal karşılamıştık.
Tripoli - Trablus ziyaretimizi tamamlayıp aracımıza bindik. Daha çok yere gideceğimiz için seri hareket ediyorduk. Saat 13:00 civarı Trablus’tan ayrıldık. Tripoli – Byblos arası 40 km.
Yaklaşık yarım saat sonra 11 bin nüfuslu (2005 sayımlarına göre) Byblos şehrine varmıştık.
Biblos’la ilgili o kadar çok ilk’ler var ki öğrendiklerimi yazmak istiyorum:
  • Dünyadaki insanların yaşamaya ilk başladıkları yer olarak bilinen şehir.
  • Efsaneye göre Eski Mısır’ın yeraltı tanrısı Osiris’in kapatıldığı ve denize bırakıldığı sandık Byblos kentine kadar sürüklenmiş ve burada karaya vurmuş.
  • Bugünkü modern latin alfabesinin temeli olan ilk lineer alfabeyi bulanlar Byblos’lularmış
  • Mısır Piramitleri’nin yapımında kullanılan sedir ağaçlarını Mısır’a satan da Byblos’lularmış.
    Byblos’da bulunan harebeler de onların kalıntılarıymış. Harabelerin altını üstüne getirdik. İçindeki müze görülmeye değerdi. Devamında hem modern hem geleneksel hediyelik ürünlerin satıldığı güzel çarşısını dolaştık. Biblo güzelliğindeki taş evlerin sıralandığı sokaklarından yürüyerek sahile vardık. Byblos limanı Roma-ortaçağ döneminden kalmaymış ve restore edilmiş.
    Keşke Trablus’da fazla yemeseymişiz. Deniz kenarında deniz ürünlerinin bol olduğu bir sürü lokanta vardı. Güzel limanına nazır, ünlü “Pepe’nin Yeri”nde balık yemek farzdı ama çok toktuk yiyemedik.
    Byblos’u 2 saatlik bir sürede dolaştık ve istemeyerek de olsa 15:30 Byblos’dan ayrıldık. En az yarım gün gezilebilinir burada. Çok küçük bir yer belki ama her köşesi bir diğerinden güzel yerlerden birinde bile saatlerde oturup kalabilir insan. Bizim olduğumuz zaman da, son baharın son sıcaklarına denk geldiği için ayrı bir güzeldi.
    “Görmeniz Gereken 501 Şehir” kitabından Byblos’la ilgili yazıyı aynen aşağıya ekliyorum.
    Biblos dünyadaki en eski şehirlerden biri olduğunu iddia eden Ortadoğu’daki birkaç şehirden biridir. Tarihi M.Ö. 7000 yılına kadar uzanmaktadır. M.Ö. 3000’den kalma kalıntılarda şehir planlaması belirtilerine rastlanmıştır. Lübnan’daki en zengin arkeolojik bölgelerden biri olarak UNESCO Dünya Mirası alanı ilan edilmiştir.
    Bin yıl boyunca Biblos, Kenan ülkesinde bir şehir devleti olarak gelişmiş, daha sonra Mısır’ın ve Fenikelilerin ticaret sömürgesi haline gelmiştir. Kağıt ticaretinde önemli bir rol oynamış, papirüs ve fildişi karşılığında sedir kerestesi vermiştir. Batıda kullanılan harfe dayalıalfabe buradan çıkmış ve insanların iletişimi tamamen değişmiştir. Şehir Büyük İskender’in eline geçmiş ve M.Ö. 800’e gelindiğinde Yunanlılar bu yazı formunu, fikirlerini insanlara yayabilmek için kullanmıştır.
    Günümüzde Biblos her yeri tarih kokan modern ve hareketli bir sahil şehridir. Restore edilmiş Roma-ortaçağ limanında farklı antik yerleşimlerin kalıntılarının ortaya çıkarıldığı kazılar yapılmaktadır. Şehrin tarihi bölgesinde taşlı sokakları olan bir çarşı bölgesi vardır. Haçlılar tarafından Selahaddin’in ordularına saldırmak için yapılan askeri bir üs olarak kurulmuş. 12.yy’dan kalma kalenin eteğinde bulunmaktadır. Burada da Roma amfitiyatrosunun ve alfabe yazısının keşfedildiği Fenike Kraliyet Mezarlığı’nın kalıntıları vardır. M.Ö. 2700’e tarihlenen üç Mısır tapınağı, Büyük Tapınak, Balat Gebal (Biblos’un Hanımı – gemi kaptanlarının azizesi) ve Obelisklerin Tapınağı görülebilir.
    Deniz kenarında çok güzel sahiller vardır ve kışın bile, Akdeniz’e bakan güzel restoranlardan birinde Lübnan mutfağının zevkine varabilirsiniz.
    “Bible” (İncil) kelimesi şehrin isminden gelmektedir. Antik Yunanca: byblos: kağıt demekmiş).


    Aracımızla pardon jeepimizle 15-20 dakika sonra Beyrut’un 20 km kuzeyinde yer alan Junie kasabasına vardık. Daha çok Hıristiyanların yaşadığı bölgelerden birisi Junie. Aslında burası çoğunlukla yazlıkçıların yaşadığı bölgeymiş.
    Buraya geliş sebebimiz, tepede görülen Meryem Ana (El Harisa) heykeli. Meryem Ana heykelinin bulunduğu dağ, 650 mt. yükseklikte. Buraya çıkış için karayolu ya da teleferik gibi seçenekler var. Bizim tercihimiz de çoğunun yaptığı gibi teleferik oldu. Teleferikler sabah 10:00’da çalışmaya başlıyorlarmış. 2 km’lik bir mesafe.
    Teleferik biletlerimizi aldık (7500 LL) ve 2 kabine bölünüp yukarıya doğru çıkmaya başladık. Yükseldikçe Lübnan’ın manzarasını daha iyi seyrediyorduk. Evlerin yani apartmanların arasından geçerek yükseliyorduk.
    Teleferikle seyehat bitiyor ama henüz yükselmiş olmuyorsunuz. Son 50 metreyi de asansör gibi birşeyle çıkıyorsunuz. 15-20 kişinin sığabildiği büyükçe bir kabinle yukarı El Harissa’nın kapısının önünde çıktık. Akşamın serinliği mi yoksa yüksekte olmanın serinliği mi bilemedik. Hemen montlar giyildi, şallar ortaya çıktı. Sağ tarafdaki heykelin bulunduğu parkın kapısında bulduk kendimizi.
    Heykel 19.yy sonlarında inşa edilmiş. Heykele çıkmak için etrafındaki merdivenler kullanılıyor. Tavaf edercesine yükseliyorsunuz. Çok kalabalık olmasına rağmen biz de merdiven kuyruğuna girdik. Aynı hattan hem çıkış hem iniş yapılıyor. Biz de yukarıya kadar çıktık birkaç fotoğraf çektirip tekrar aşağıya indik. Yukarıdan tüm Lübnan görünüyor. Şansımıza hava da çok güzeldi gökyüzü açık olduğu için Beyrut bile görünüyordu.
    Heykelin bulunduğu parkda biraz oyalandık, etrafı seyrettik ve uzaktan gördüğümüz başka bir mekana doğru yürüyüşe geçtik. Katedral olduğunu düşündüğümüz mekan tadilatta olduğu için maalesef giremedik. Mekan sayesinde etrafı iyice bi kolaçan etmiş olduk.
    Harisa’da 2,5 saat süre geçirdik, fazlasına da gerek yok zaten. 17:20’de Harisa’nın tepesinden aşağıya inişe geçtik. 10-15 dakikalık bir teleferik inişiyle aşağı Jünie kasabasına indik. Bu günkü son yerimiz Jeitta Mağarasıydı ama şoförümüzün söylediğine göre, önceden söylemediğimiz ve zaten orası erken kapandığı için gidemezmişiz.
    Bu günlük yedik ya neyse. Aslında bizim Jeitta’lı programımız çok uygunmuş bugüne. Sabah ilk önce Jeitta yapılıp, ardından Junie, Byblos ve en son da Tripoli çok daha güzel olabilirdi. En azından bizden sonra gidecek olanlara önerebiliriz. Eğer günleri sayılıysa tabii.
    Akşam yemeği için otelden referans istedik. “Lübnan’a özgü yemek yapan güzel bir yer önerir misiniz?” demiştik. Bize tarif ettiği yer bir kebapçıydı. Adı da; İstanbul Rest. Neyse, saat 22:00 olmuştu, hem de çok acıkmıştık. Güzel kebaplarından ve mezelerinden yedik tüm bunlar için; 95000 LL ödedik. (bahşiş dahil) Bu arada çayları tuzlu musluk sularından yaptıkları için içemedik, geri çevirdik. Hadi banyolarına alıştık ama çayı içmeyelim müsadenizle. Burada herşey tuzlu, çeşmeden tuzsuz birşey akmıyor valla.
    Bu günlük programımızın biri hariç hepsini yapmıştık. Jeitta Mağarası da bugünkü programımızdaydı aslında ama acemiliğimize denk gelmişti.

    27 Ekim 2010 BEKAA VADİSİ - (BAALBEK – KSARA – ZAHLE - ANJAR)

    08:00’de otelden Baalbek’e doğru hareket ettik. Yine aynı araç gelmiş. Dün fiyatla ilgili bize çok caz yapmıştı. (bugünkü taksi fiyatı için Hüseyin ile telefonda anlaşmıştık) Telefon sonrası “bu fiyata olmaz, ben gelmem” demişti ama sabah yine kapımızdaydı.
    Bugünkü güzergahımız ülkenin en doğusu. Bizim de en tedirgin olduğumuz, adından dahi bir dönem ürktüğümüz yer olan Bekaa Vadisi. Lübnan Dağları ve Anti Lübnan Dağları arasındaki bölgenin genişliği 20 km, uzunluğu ise 200 km. Suriye sınırında yer alıyor. Beyrut – Baalbek arası 90 km.
    Beyrut şehrinde yenilenme çok hızlı yapılmış, savaşın izleri neredeyse yok gibi. Şehrin hemen dışı ise çok farklı. Beyrut’tan çıkar çıkmaz çehre değişiyor. Bir anda başka bir ülkeye başka bir çağa geçmiş gibi oluyorsunuz. Çok sık aralıklarla kontroller yapılıyor. Araç içlerine bakılıyor, bazen evrak isteniyor. Daha evvel gidenlerin yazdıklarından ve anlattıklarından öğrenmiştik. Sık kontrol yapıldığı için pasaportlarımız hep yanımızdaydı. Bizim daha çok Güney Doğu’da kullanılan puşiler burada bazı grupları simgelediği için yanımıza almamıştık. Özellikle İsrail bayrağının rengi olan mavi renkte hiçbir t-shirt, örtü falan yoktu yanımızda.
    Bulunduğumuz mevki Hizbullah’ın kontrolünde olan bir bölgeydi. Yol kenarlarında Hizbullah liderlerinin fotoğrafları asılıydı. Ayrıca Lübnan’a bizden bir hafta evvel ziyarete gelen Iran Başbakanı’nın fotoğraflarıysa ülkenin heryerindeydi.
    Baalbek’e yaklaşırken Hizbullah’ın kontrolünde bulunan ve başka birçok örgütlerin kamplarının bulunduğu alanları gösterdi şöförümüz. Bölgenin insanı ürküten bir havası vardı gerçekten de ama hiç bir sorun yaşamadık.
    Yazılanlara göre; Hizbullah, bu bölgede yaptığı okul ve hastanelerle ve fakirlere sağladığı bedava hizmetlerle biliniyor, halk tarafından seviliyormuş.
    Şöförümüz bizi ilk önce Ksara Şatosunun önüne getirdiyse de itiraz ettik ve doğruca Baalbek Antik Şehri’ne gittik. Sabah sabah şarap tadına bakacak değildik.
    Antik çağın en büyük Roma hazinesi ve Dünyanın ikinci büyük Roma dönemi harabeleri olarak bilinen Baalbek’e sabah 10:00 ‘da vardık.
    Ülkenin ilk kurucuları Fenikelilerin memleketi olan Lübnan’ın geçmişinin en önemli göstergeleri burada yer almaktadır. Arkeologlara göre dünyada Roma dışındaki en önemli dini merkezlerden biri sayılmaktaymış.
    Tapınağa gelmeden evvel Baalbek yakınlarında, tapınakların yapımında kullanılan taşların çıkarıldığı madene gittik. Bu bölgede bulunan dünyanın en büyük kütlesi sayılan taşın 2000 yaşında olduğu tahmin ediliyor. Uzunluğu 21,5 metre, tahmini ağırlığı ise 1000 ton. “Hamile Kadın Taşı” diye de bilinen büyük kaya kütlesinin fotoğraflarını çekip, yanında bulunan küçük dükkanı ziyaret ettik. Dükkandaki görevli, bize kendi kahvelerinden ikram etti. Hemen bitişikteki Ermeni mezarlığını da ziyaret edip, yürüyüş mesafesindeki Baalbek’e doğru yürümeye başladık. Ama bizim kaptan “yürünmez bu yollar” deyip tekrar aldı bizi araca.
    Meşhur Baalbeck tapınağına vardık. Önce tapınağın etrafını dolaştık. Koruma amaçlı tarihi mekanın dışına duvar örüyorlardı. Daha sonra 12000 LL değerindeki biletlerimizi alıp tarihi mekana girdik. Dışından görünen hiçbirşeymiş meğer. İçeride büyülendik resmen.
    Internetten topladığım bilgilerden aktarayım. Fenikeliler tarafından kurulmuş. Baal tanrısına tapanların merkezi ve en büyük Fenike şehriymiş. Yunanlıların işgalinden sonra buralara Heliopolis (Güneş Şehir) adını vermişler. Yunanlılardan sonra, Romalıların eline geçmiş ve Antonius zamanında çok gelişmiş. Sonraki asırlarda Baalbek pek çok kez el değiştirmiş ve savaşlar yüzünden harap olmuş.
    Bizans imparatoru Teodosius şehri ele geçirdiğinde Jüpiter tapınağının büyük bir kısmını yıkarak kilise haline getirmiş.
    Baalbek'i yağmalayan ve en fazla tahrip edenler Haçlılar olmuş. 14. yüzyılda Haçlılar burasını kale haline getirmişler. Timur, Ortadoğu seferinde bu kaleye de hücum etmiş ve ele geçirmiş.
    Bölge, Osmanlı hakimiyetine geçtiği zamanlarda Baalbek kendi haline terkedilmiş ve yarı yarıya toprağa gömülü vaziyette bulunuyormuş.
    1899'da Türkler, Almanlara burada kazı yapma izni vermişler. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Lübnan, Fransızların eline geçmiş ve buradaki kazılara da Fransızlar devam etmiş. Daha sonra Lübnanlılar bütün kalıntıları ortaya çıkarmışlar.
    Günümüzde Baalbek'te harabe halinde üç adet tapınak bulunuyor. Bunlar; Jüpiter, Baküs ve Venüs tapınaklarıdır. Bunlardan en büyüğü Jüpiter tapınağıdır. M.S. 3. yüzyılda yapılan büyük bir giriş kapısı vardı. Kapıdan girilince önce ön avluya, sonra da büyük avluya ulaşılıyordu. Büyük avlunun eni 104,5 metre, genişliği ise 117 metredir. Avludan sonra geniş bir kapıdan girilen tapınağın 84 granit sütunu vardı. Bugün bunlardan sadece 6 tanesi ayaktadır. Diğerlerinin bir kısmı kırılmış, bir kısmı da başka yerlere götürülmüştür.
    Baküs tapınağı daha iyi korunmuştur. Bu tapınağın herbiri 18 metre yükseklikte 46 sütunu hala ayaktadır. Giriş kapısının yüksekliği 12 metre, genişliği ise 7 metredir. Venüs tapınağı da onarılmış durumdadır.
    Selahattin Eyyubi’nin doğduğu bu topraklar, 1984 yılında UNESCO tarafından koruma altına alınmış. Tarihi şehir Baalbek’in nüfusu 18 bin olarak geçiyor.
    Çıkışdaki müzeyi de ziyaret ettikten sonra aracımızla ayrıldık tarihi mekandan. Gezi süresi toplam 2 saat sürdü. Lübnan’a gidip de Baalbek’e gitmemek olmazmış gerçekten de. Muhteşem bir yer.
    Baalbek sonrası yönümüzü aynı bölgede bulunan Zahle’ye çevirdik. Zahle; yaz aylarında Lübnan’lıların kaçıp geldikleri sayfiye yerlerden birisi. Yöreye has beyaz taş evleri görülmeye değerdi. Şehrin merkezinde bulunan nehrin kenarındaki lokantalardan birinde (Mhanna Rest.) yemek yedik. Lübnan’da kaldığımız sürece yediğimiz en güzel yemekti. Ekmeklerin ve mezelerin tadına doyamadık desek yeridir. Lübnanlıların 100’den fazla mezeleri bulunuyormuş. Eminim bizimle birçoğu ortaktır. Tüm bu güzellikler için de 55000 LL ödedik.
    Yemeğin ardından 14:00’e doğru Zahle’den ayrılıp, Ksara Şarap şatosuna vardık.
    Bizi güleryüzlü bir hanım görevli karşıladı ve kendisinin refakatinde mahzeni dolaştırdı. Şarapların imalatı, saklama koşulları ve koleksiyonları, hangi yıllarda yapıldıkları vs. hakkında kısa bilgiler verdi.
    Bekaa vadisinin iklim ve toprak özellikleri şarap yetiştirmeye çok uygunmuş. Bölge eski çağlardan beri şarabı ile biliniyor zaten. Bölgedeki onlarca şaraphaneden en bilineni ise bugün ziyaret ettiğimiz Ksara. Kapısında 1857 yazıyordu.
    Tünellerin içindeki şarap şişelerini ve fıçıları görüp fotoğrafladık. Daha sonra şarap tadımı için üst salona geçtik. Bayağı bir şarap denedik. Hoşumuza gidenlerden ve olmazsa olmaz araklardan birkaç tane satın alıp şatodan ayrıldık.
    Gezi süresi: 1,5 saat. Rehberler gezdiriyorlar, herhangi bir ücret ödenmiyor.
    Devamında ovanın güneyindeki, Omayyad bölgesini ziyaret etmek için tarihi mekana Anjar’a gittik. Tüm yerler birbirine çok yakındı. Anjar bu günkü programımızın sonuydu. Anjar, Lübnan Suriye otoyolu üzerinde bulunuyor. Hemen yakınlarında da bir Ermeni köyü var.
    Anjar antik şehrinin girişinde araçtan indik. Girişin sağ tarafındaki hediyelik eşya dükkanının önünde dört beş kişi, nargile içip muhabbet ediyorlardı. İçlerinden birisi “Türk müsünüz?” diye sordu. Biz de hemen muhabbete koyulduk. Oturanlardan bir iki tanesi pek memnun olmadı bizim gelişimizden ya da bize öğle geldi, hemen oradan ayrıldılar.
    Bize “Türk müsünüz ?” diye soran sevimli amcayla epeyce muhabbet ettik. Bizim için günün sürpriziydi. Hepimiz çok memnun olduk tanışmaktan. Çok şeker sempatik bir adamdı. Hatay, Samandağ’dan gelmişler. Eşi de Anjar’ın girişindeki hediyelik eşya dükkanını işletiyordu. Türkçe konuşmayı özlemiş besbelli. Tekerlemeler falan söyledi, anılarını anlattı.
    Hatay’dan Suriye’nin Halep şehrine gelmişler. Ardından Laskiye (Lübnan)’ye geçmişler. Lübnan hükümeti Laskiye’de deniz kenarında bunlara geçici olarak bir yer vermiş. Orada 3 ay kalmışlar. Daha sonra Lübnanın doğusundaki şu an bulunduğumuz Anjar’da onlara yer tahsis etmişler. “Anjar’a geldiğimizde buralar çöldü, hiç birşey yoktu” dedi. Başlamışlar ağaçlandırma yapmaya, bostan ekmeye. Biz gördüğümüzde her taraf yemyeşildi. Bulundukları her yeri güzelleştiriyorlar. Anlatmaya devam etti; “Çok çetin zamanlardı, buralarda epey zorluklar çektik. Mesela katil sinekler vardı. Birini ısırdı mı 15 saat içinde mutlaka ölürdü ısırılan kişi.” Daha çok Hatay’dan, Samandağ’dan, tanıdıklarından bahsetti, bir iki anısını anlattı. Eşiyle de çok rahat alışveriş imkanımız oldu. Hava kararmadan Anjar’ı dolaşabilmek için vedalaşıp tapınağa girdik.
    Anjar tapınaklarında dolaşmaya başladık. Baalbekten sonra bize biraz küçük geldi burası. Ama görülmeye değer. Üstelik buralara kadar gelmişken atlamamak gerekir.
    Dönüş yolunda otele gitmeyelim direk sahile güvercinlik kayalarının olduğu bölüme gidelim dediysek de elimizde çantalarımız olduğu için vazgeçtik. 18:45’de otelimize vardık. Bugünlük taksi ücretimiz 130 usd’ydi.
    Otele, Ksara’da yaptığımız alışveriş çantalarını bıraktık ve Müslümanların yaşadığı Rouche bölgesine yani Güvercin Kayalıkları’na gitmek üzere yürüyüşe geçtik. Akşam saatleriydi ve sahil çok renkliydi. Kadınlı erkekli gençlerin yaşlıların toplandığı ya da tek başına kafelerde nargile içtikleri güzel mekanlar bulunuyordu. Biz de tam kayalıkların karşısındaki Bay Rock kafede güzel bir masa kaptık ve konuşlandık. Bir nargile de ben istedim. “oohhh deymeyin keyfime”. Kafe’de Nargile: 12, çay 5 bin LL.
    Kayalıklara nazır kafemizde yeterince vakit geçirdikten sonra başka bir yoldan tabii yine yürüyerek otelimize döndük. Bu arada Beyrut merkezdeki ziyaretlerimizin tamamını tabanvay yaptık. Hakan’ın gps’i sayesinde heryeri kolaylıkla bulabiliyorduk.

    28 Ekim 2010 SAİDA – SOUR (Beyrut’un güneyi)

    Sabah 08:00’de otelden ayrıldık. Tur programımızın tamamını rahat rahat yetiştirebilmek için her gün erken kalkıyorduk. Sadece ilk gün yarım saat geç başlamıştık. Sonraki günlerin hepsinde gezilerimize saat 08:00’de başlıyorduk.
    Bugünkü programımız Lübnan’ın güneyindeki Saida ve Sur şehirleriydi. Tabii yol üzerinde sayılmasa da Beyrut’a 40 km mesafedeki Bedrettin Sarayı önceliklerimizdendi. Haritadan gezeceğimiz noktaların tümünü belirleyip, mesafelerini ölçüp ona göre programlamıştık. İlk önce Dürzi Liderlerinin yaşadığı sarayı ziyaret edip, ardından Saida ve Sur şehirlerini ziyaret edecektik.
    Otelin taksi sorumlusu Hüseyin, bu sabah da aynı adamı göndermişti. Gerçi dün fazla sorun çıkarmamıştı. Bu yüzden olsa gerek, Hüseyin’e “başkasını gönder” deme gereği duymamıştık. Bizim, zaman ve saatler konusundaki hassasiyetimiz yine sürücümüzün kendi kafasına göre hareket etmesi yüzünden biraz aksamıştı. Belki bir saat fazladan yol yaptık ama herşey yetişmişti. Dünden beri “Bedrettin Sarayı, Saida ve Sur” diye diye dilimizde tüy bitti. “Bunlar anlamaz nasıl olsa” demeye getiriyordu herhalde. Çünkü, ilk gün blöfünü yemiştik. Bugün, blöfü ona fazladan km ve benzin olarak geri dönmüştü. Üstelik ertesi günkü işini de kaybetmişti.
    Lübnan’a gideceklere önerim; taksi şöförlerine mutlaka tembihleyin, bir kere değil en az üç beş kere söyleyin.
    Saida şehrine girmek üzereyken, şoförün “oraya zaman yetmez, bugün yetişmez” demesine aldırmadan geri döndük. Bir süre sonra da doğuya doğru yol almaya başladık. Sahil yolu gibi dümdüz değil tabii, adam bildiğinden buralara girmek istemiyordu herhalde.
    Biraz da rakım olarak yükseldik. Manzara çok güzeldi. Yeşillik, ağaçlık, bağ bostandı heryer.
    Saat tam 09:30’da Dürzi Liderlerinin yaşadığı Osmanlı yapısı olan Bedrettin Sarayına vardık. Sarayın yapımına 1788 yılında başlanmış ve yapımı tam 30 sene sürmüş. Osmanlı valisi Emir Bashir bu sarayı gücünün göstergesi olarak yaptırmış. Sarayın adı “iman evi” anlamına geliyormuş.
    Velid Canbolat adlı Dürzi liderinin ailesine ait olan saray; Beitdaine Sarayı, Amir Amine-Emir Beşhir Sarayı olarak da biliniyor. Mozaikler, işlemeler, renkler, düzenlilik ve hamam kısmı gerçekten büyüleyiciydi. Saraya giriş ücreti; 7500 LL.
    Ziyareti hızlı ve kısa tuttuk. 45 dakika kadar dolaşabildik. Yetti ama bir 45 dakika daha dolaşabilirdik. Çok büyük ve çok da güzel bir saray. Dışarıdan oldukça mütevazi görünen sarayın ilk avlu kısmı da oldukça sade görünüyordu. Ancak kutu içinde kutu şeklinde, bölmelere girdikçe zenginleşen, ihtişamıyla göz kamaştıran bir saraydı. Çok bakımlı ve çok da temizdi, heryer ışıl ışıldı.
    Dürzi’lerle ilgili çok fazla bilgiye rastlayamadım. Internetten bulabildiğim kadarıyla; Dürziler, Şiiliğin, İsmailiye kolundan olup, 10. yy’da kurulmuş bir mezhep. Dürüstlük , kardeşlik , yaşlıya saygı, diğerlerine yardım, vatanı koruma, tek tanrıya inanma, ana ilkelerindendir. İslam dinince reddedilen reenkarnasyon’a da inanırlar. Suriye ve Lübnan’da yoğun olarak yaşarlar. Sayıları en fazla bir milyon olarak tahmin edilmektedir.
    Lübnan’da Dürziler çoğunlukla Chouf dağlarının eteklerinde yaşarlarmış. Chouf Lübnan sıradağlarının, Beyrut’un güneydoğusunda yer alan bölümüne verilen ad olarak geçiyor.
    Devamında 10:15’de saraydan ayrılıp, Sidon - Saida’ya gitmek için güney batıya doğru hareket ettik. Saray yakınlarında bir iki müze daha vardı (Marie Baz Müzesi) ancak vaktimiz olmadığı için ziyaret edemedik. 11:00’de Saida’ya vardık.
    Internette, Gokben Utkun adlı bir gezginin notlarından çok güzel bilgiler buldum. Saida Arapça balıkçılık ve avlanmak anlamına gelen kelimenin kökünden türemiş. Geçmişinde özellikle Mısır ile güçlü ticari ilişkileri olan bir kentmiş. En önemli ihraç malzemesi ise mor-erguvan renk elde etmekte kullanılan murex adındaki deniz canlısı imiş. (Teşekkürler Gokben)
    Ekim ayının sonları olmasına rağmen Lübnan’daki günlerimiz yaz gibi geçiyordu. Güneye inince sıcak iyiden iyiye kendini hissettirmeye başlamıştı. Şapkasız ve susuz dolaşamıyorduk.
    Saida da çok eski şehirlerden, 6000 yıllık olduğu tahmin ediliyor. Şöförümüz sahilde kalenin hemen yakınındaki otoparka çekti aracı. Sahildeki tarihi kale Haçlılardan kalmaymış. Saida’nın sembollerinden, 13. yy ‘da Haçlılar tarafından , küçücük bir ada üzerine yapılan ve Araplar tarafından da karaya bağlanan bu kalenin orjini , Fenike tanrısı Melkart’a adanmış olan bir tapınağa dayanırmış.
    Saida Kale giriş ücreti 4000 LL. İlk önce kaleyi ziyaret ettik, üst kata çıkıp güzel sahilini ve sahilden şehrini fotoğrafladık. Gerçekten çok güzel, kartpostal gibi bir şehir. İkinci durağımız Sabun Müzesi (Musee du Savon). Sahildeki kaleye arkanızı dönüp dümdüz yukarı şehrin içine doğru daldığınızda, yolun sonunda sağ tarafta karşınıza çıkıyor. Sokaklar inanılmaz renkli. Seyyar satıcılar, pazarlar, esnaf dükkanları, güzel gözlü insanlarıyla çok sıcak bir şehir.
    Buraların ekmek ve un mamulleri gerçekten çok lezizdi. Bu durum Hakan’ın gözünden kaçmadı tabii. Bir ara baktım tezgahların birinin başında birşeyler alıyor. Elinde çanta şeklinde bir ekmekle bize doğru gelip ikram etti. Sıcak ekmeğin içini açıp baharat koyup öyle servis yapıyorlarmış. Gerçekten de çok beğenmiştik. Biz de elimizde ekmek parçasıyla dolaştık bir süre.
    Gezi süresince tüm ödemelerimizi yapan, notlar tutan kasamız, Yasin Demirtaş, nam-ı diğer Sensey de bize sürekli meyveler alıyordu. Özellikle kırmızı üzümleri on numaraydı. Muz zaten her yerdeydi. Ülkenin her yerinde yetişiyordu.
    Buralar hem Arap, hem Akdeniz şehri gibiydi. Bizim dolaştığımız yerler tarihi mekanların ve medinasının bulunduğu eski Saida şehriydi. Sahil boyunca yeni yerleşim yerleri ve binalarla bir sahil şehriydi Saida.
    Müzenin bulunduğu mekan da eski şehir medinanın içindeydi. Tabii daha bakımlı durumdaydı. Muhtemelen eski bir handı. 3 katlı gibi ama araları boş olan değişik güzel bir binaydı. İçerisi çok güzel kokuyordu. Benim gibi sabun kokusunu sevenler için. Duvar zannettiğim yerlerin sabunlarla dizili olduğunu görünce çok şaşırmıştım. Her baharatın, her bitkinin sabununu yapmışlardı neredeyse. İçerisinde ürünlerinin satıldığı bir de mağazası vardı ama oldukça pahalıydı. Ya da bize öyle gelmişti.
    Müze sonrası kaleye doğru yükseldik ama kaleye girmek istemedik. Direk tarihi çarşının (Saida Medina) içine tepeden daldık. Daracık sokaklar, yazın kavurucu sıcağında tam bir rahatlama sağlamışlardı. Sokaklar birbirine o kadar yakındı ki, her daim serin ve gölgeydi. Osmanlıdan kalma daracık sokaklar. Sıcaktan koruma amaçlı olarak inşa edilmiş. Biraz daha temiz olsaymış keşke. Tünel mi abbara mı çok anlayamıyorduk. Başımızın üstünden metrelerce kablolar çekilmişti. Çok sakat görünüyordu aslında. Yerlere sular dökülüyor, çoğu yer ıslak ve yukarıda çıplak elektrik kabloları falan.
    Sabun müzesinden aldığımız tarihi çarşı haritasından yerleri kolaylıkla bulabiliyorduk. Onlarca han, hamam, camii ve kilise vs numaralandırılmış ve hangisini ziyaret etmek istediysek çok rahatlıkla ve kolaylıkla bulabiliyorduk.
    Medinanın içinde koşuşturanlar, seyyar satıcılar, dükkanlar hepsi iç içe geçmiş vaziyetteydi. Tünellerden çıkıp biraz daha geniş meydanlara çıkıyorduk, oralarda da sebze meyve pazarları, tezgahları kuruluydu. Labirentin içinde geze geze bir anda yine sahil tarafına varmışız (şehrin içinden dolaştığımız için fark edemedik). Büyükçe bir cami muhtemelen Ömer Camiisiydi. Haçlılar tarafından yapılan bir kilise iken 13.yy’da camiye çevrilmiş. Biz giremedik çünkü öğle namazı vaktiydi. Daracık sokaklarından biraz daha vakit geçirip saat 13:00’de sahildeki Khan Al-Faranj – Yabancılar Han’a girdik. Handaki büyük bir bölüm Türkiye’nin tanıtımına ayrılmış. Duvarlarda Türkiye’nin her yerineden tanıtıcı reklamlar pullar asılmış. Göcek, Pamukkale, Hacıbektaş veliler vs.
    Han’ı turlayıp dışarı çıktık acıkmıştık da. Sahildeki kaleye nazır bir falafelci vardı. Falafel Abou Rami’de denize nazır masalardan birine oturduk ve falafelle bir güzel karnımızı doyurup saat 14:00’de Sidon – Saida şehrinden ayrıldık.
    Falafel ile ilgili kısa bilgi: Mısır’da bakladan diğer ortadoğu coğrafyasında ise nohuttan yapılır. Haşlanmış ve kabukları soyulmuş nohutlar ezilerek püre haline getirilir, içerisine değişik baharatlar ve maydanoz katılarak köfte biçimine getirilir, kızgın yağda kızartılır, özel lavaş ekmeği içerisinde üzerine humus eklenerek dürümlenir ve tadına varılır.
    Bizim yediklerimizin üzerinde humus yerine yeşillik vardı. Öbür türlü nohut üzeri nohut gibi oluyormuş.
    Saida’dan ayrıldıktan sonra, yani daha güneye doğru gittiğimizde çehre yine değişmeye başladı. Yeşillik ve muz tarlalarının arasından ikide bir bir kontrol noktası karşımıza çıkıyordu. Bir kaç gündür dikkatimi çekti, her bölgenin askerinin farklı renkte üniformaları vardı. Bir manası vardır herhalde. Yollarda sık aralıklarla durduruluyorduk. Buralarda daha fazla asker vardı. Aslında çok da normaldi, sınır bölgesindeydik. Hemen ilerisi İsrail’di. Askeri alanlarda kesinlikle fotoğraf çekmek falan yasaktı. Aracın içinden bile çekilmesine müsade etmiyorlarmış.
    Bugünkü programımızın son durağı olan Sur şehrine varmıştık. Araçtan inip biletimizi alarak, (Sur giriş ücreti: 6000 LL) tarihi mekanı dolaşmaya başladık. Biraz daha ilerleyip Roma harabelerine doğru yürüdük. İçinde dünyanın en büyük Hipodromu bulunuyor. Al Bass dedikleri UNESCO Dünya Miras Listesinde yer alan en iyi korunmuş Roma hipodromu olarak geçiyor. 20 bin kişilik kapasitesi olduğu yazılıyor.
    Sıcağa aldırmadan hipodromu ve tüm mekanı baştan sona dolaştık. Hipodromun sağlam kalan bölümlerinin birisine çıkıp seyirci gibi oturup etrafı seyrettik. Bizden başka tek tük turistin haricinde, Sur’lu öğrenciler vardı mekanda. Biraz onları izledik. Yazmadan geçmeyeyim, antik şehrin içinde onlarca kertenkele gördük. Taşların üzerinden gelenleri seyreder halde duruyorlardı. Epeyce poz verdiler bizlere. Grubumuzun fotoğrafçısı Hüsniye az buz poz harcamadı. Tabii Yasin’e harcadığının yanında kertenkeleninkiler hiç kalır. Bundan sonraki gezilerde ben de hep Hüsniye’nin yanında dolaşacağım. Benim de güzel gezi fotoğraflarım olsun istiyorumJ.
    Sur için 1,5 – 2 saat yeterli gelmişti. Ve 16:30 civarı programımızın tamamını tamamlamış olmanın huzuruyla aracımıza binip Beyrut’a doğru yola çıktık.
    Bu gezinin sonunda Beyrut’u dolaşmaya karar verip, bizi Solidere ya da diğer adıyla Down Town’a yani şehrin merkezine bırakmasını istedik.
    Solidere ya da Down Town; bir zamanlar Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında en çok şiddetli çarpışmaların yaşandığı alan. Şimdilerde şık kafeler, rest. Alışveriş merkezleri ünlü markalar yer alıyor.
    Hazır hava kararmadan birkaç yer görmek istedik. Gerçi yarın tüm günümüzü Beyrut’a ayırmıştık ama madem vaktimiz kalmıştı boş geçirmeyelim dedik. Mavi kubbeli görkemli Yeni Camiinin önünde indik araçtan. İlk önce caminin bitişiğindeki kiliseye (katedral de olabilir hep karıştırıyorum bunları) girdik. Yandaki camiye girmek istedik ama yine namaz vaktiydi giremeyip uzaktan gördüğümüz saat kulesine doğru yürümeye başladık. Artık hava kararmaya başlamıştı. Yeni camiiyi solumuza alarak aşağı doğru boş boş yürümeye başladık. Bir anda kendimizi, eski başbakanlarıdan Rafik Hariri’nin mezarının bulunduğu alanda bulduk. Ziyaret edip, dualarımızı okuduk.
    Tekrar meydana çıktık. Bu meydanda görülecek, fotoğraflanacak o kadar çok şey var ki. Camiler, kiliseler, kafeler, lokantalar aklınıza ne gelirse. Ünlü, tüm markalar, en pahalı dükkanlar her şey bu bölgedeydi. Ertesi gün de dolaşacağımız için meydanı ve saat kulesini turlayıp, birkaç da fotoğraf çektirdikten sonra otelimize doğru yürümeye başladık. Yine gps ile tabii. Solidere’den otelimizin bulunduğu Hamra bölgesine kadar yürüdük ve bir gün evvel gözümüze kestirdiğimiz %100 Lübnan mutfağı yazan yere yemeğe gittik. Adına güvenip gittik ama humusdan başka Lübnan’a özgü birşey yoktu. Ne yemekler ne de servis bizi memnun etmedi. Ufak tefek birşeyler atıştırıp biraz da Hamra bölgesini dolaştıktan sonra otelimize döndük.
    Biraz Vikipedia’dan bilgi ekleyelim : Lübnan, karışık dini yapıya sahip bir devlet olmasına rağmen sosyal yapının gerektirdiği politik dengenin kurulmasıyla, Ortadoğu'nun en düzenli ve yaşam koşulları oldukça yüksek olan ülkelerinden biri idi.
    Ülke istikrarı, Arap-İsrail çatışması sonucu Lübnan'a gelen Filistinliler'in çoğalmasıyla bozulmaya başladı. Özellikle 1970'lerden itibaren Müslümanlar, demografik üstünlüğü elde ettiler ve bu üstünlüğü egemenlik faktörüne yansıtarak ülke yönetiminde Hristiyanlar kadar söz hakkı alma mücadelesine başladılar. Sonuçta; ülkede başlayan Müslüman- Hristiyan mücadelesi, 13 Nisan 1975'den itibaren iç savaşa dönüştü. Ordunun ülkede kontrolü neredeyse tamamen kaybettiği ve parçalanmanın eşiğine geldiği bir ortamda, darbe girişimine ve istifa çağrılarına muhatap olan Cumhurbaşkanı Franciye'nin yardım çağrısı üzerine Suriye, Nisan 1976'da Hristiyanlar lehine iç savaşa müdahil olmuş ve diplomatik arabuluculuk girişimleri sonuç vermeyince 1 Haziran'dan itibaren, eski müttefikleri Lübnan Ulusal Hareketi ve FKÖ karşısında askeri olarak çatışmalara girmiştir.
    1975-1991 Lübnan İç Savaşı; Lübnan, Suriye, Mısır, Kuveyt ve Suudi Arabistan devlet başkanlarının 17-18 Ekim 1976'da Riyad Toplantısında aldıkları kararlarla yeni bir boyut kazandı. Bu antlaşmanın üç ana unsuru şöyle idi:
    a. Lübnan'da 21 Ekim'den itibaren ateşkes yürürlüğe girecek ve savaşan taraflar, 1975 Nisan'ından önceki hatlara çekileceklerdir.
    b. Lübnan için 30. 000 kişilik bir Arap Barış Gücü teşkil olunacaktır. Bu güç esas itibari ile Suriye askerlerinden oluşmuştur.
    c. FKÖ gerillaları Lübnan'da kalmaya devam etmekle beraber, Lübnan'ın egemenlik ve güvenliğine saygı göstereceklerdir.
    Bu sonuncu şartı birçok FKÖ gerillası kabul etmedi. İsrail de bunu bildiğinden, Litani nehrine kadar olan Güney Lübnan topraklarını kendi kontrolü altına alıp, bu toprakları kendisi için "Güvenlik Bölgesi" ilan etmiştir.
    İsrail kuvvetleri daha sonra Beyrut'u kuşattılar ve bunun sonucunda, Filistin Kurtuluş Örgütü Lübnan'ı terk etmek zorunda kalmıştır. FKÖ unsurları, Lübnan'a çıkan Amerikan, Fransız ve İtalyan askerlerinden oluşan 2. 000 kişilik Barış Gücü himayesinde, 21 Ağustos 1982'de Beyrut'tan ayrıldılar.
    FKÖ'yü Lübnan'ı terke muvaffak olan İsrail, 1985 yılında kademeli olarak bölgeden çekilmeye başladı, İsrail'in çekilmesi Müslüman - Hristiyan mücadelesini tekrar başlattı. Bunun üzerine, Suriye Lübnan'a müdahale etmek için harekete geçti. Ayrıca, İran da dolaylı olarak müdahaleye katıldı. 1989 yılı sonlarından itibaren ise, FKÖ tekrar Güney Lübnan'a yerleşmeye başladı. Sonuç olarak; 1970 yılında başlayan Lübnan sorunu ve 1975 yılında başlayan Lübnan iç savaşı, çeşitli aşamalardan geçti. İç savaş Lübnan'da çok ağır maddi hasara ve can kaybına yol açtı. Savaş 1991 yılında resmen sona erdiğinde Lübnan ve Beyrut bir harabeye dönüşmüştü ve 150.000 Lübnan'lı can vermişti. 1992 yılından itibaren İsrail ile FKÖ arasında başlayan olumlu gelişmeler üzerine de olaylar şiddetini kaybetmeye başladı. Fakat, Lübnan, 1976 Riyad Antlaşması ile bölgeye 30 bin kişilik bir askeri güç göndermeye muvaffak olan Suriye'nin belirli ölçüde eyaleti durumuna geldi. Ancak 2005 yılında patlak veren ve eski başbakan Refik Hariri'nin suikastiyle sonuçlanan kriz sonrası bir çok askerini geri çekmiştir.
    12 Temmuz 2006 tarihinde başlayan 2006 İsrail-Lübnan Krizi'nde İsrail’in hava saldırıları sırasında Lübnan ve Beyrut kenti, özellikle güney kısmı ağır hasar görmüştür ve ekonomisi büyük ölçüde çökmüştür.

    29 Ekim 2010 BEIRUT - JEİTA GRATTO MAĞARASI

    Sabah 8’de otelden ayrıldık. Otelden çıkışta kapıda Hüseyin’i (taksileri ayarlayan) görüp selamlaştık. Üç gündür 120 veya 130 $ günlük kazanıyorlardı. Tabii bu son günü de kaçırmak istememiş olabilirlerdi. Uyanık amcanın dünkü yaptığından sonra bir daha otelden taksi istemedik.
    Yürüyerek otelin biraz ilerisinde, sokaktan geçen taksilerle pazarlığa koyulduk. Hakan ve Yasin pazarlık yapıyorlardı. Sonunda Beyrut’un en külüstür ama mercedes taksicisiyle 60 LL karşılığında anlaşma sağlandı. (aslında 60 000 LL. Bizim parayla 60 TL’ye denk geldiği için bazen üç sıfır yazmayı atlamış olabilirim. 1 TL = 1000 LL)
    08:15’de Jeita’ya doğru hareket ettik. Araba dökülüyor. Ali adında şöförümüz de sigara içmekten erimiş bitmiş. Sevdik kendisini ama arabada sigara içmesine izin verecek kadar değil.
    Ben önde oturuyorum. Belim rahatsız diye kibar arkadaşlarım beni öne oturttuysa da gerçeği hepimiz biliyorduk. Bu gün sıkışık gidiyoruz ama olsun gururluyuz. Burnumuz düşse yerden almayız valla. Külüstür mülüstür değişiklik iyidir. Öndeyim ya, emniyet kemeri takayım dedim. Bin bir zorlukla kemeri bulup takmıştım ki kendiliğinden yerinden çıktı. Aracın durumunu varın siz tahmin edin.
    Jeita Mağarası Beyrut’a 18 km mesafede. Önce yükseldik ardından alçalarak bir vadiye girdik. Yollar biraz dardı ve bizim kaptan epey tedirgin olmuştu. Neyse sabah 09:00’da Dünyanın en büyük kireçtaşı mağaralarından birindeydik. İndik araçtan. Çıkışa kadar taksi şöförümüz bizi bekleyecek. Adama acıdık yarın sabah havaalanına gitmek için ona teklif etmeyi düşündük.
    Kişi başı 18.150 LL ödeyerek biletlerimizi aldık. İlk önce teleferiğe bindik. 1 kabin 5-6 kişiyi alıyor. Rengarenk kabinler oyuncak gibilerdi. Geldiğimizden beri teleferikten inmedik desek yeridir J. Ağaçların arasından teleferikle yükselerek (100-150 metre kadar) mağaranın girişine vardık. Yandan da yol yapmışlar ama böyle de ayrı bir güzel olmuş. Aferin Lübnan’lılara.
    Jeita Grotto Lower mağarası 1836 yılında William Thomson tarafından keşfedilmiş. Üst mağara ise daha sonra 1958 yılında keşfedilmiş. Her iki mağara arasında 60 mt. mesafe bulunuyor. Yeraltına doğru 6200 metre derinliğe sahip olan mağaranın, yer üstünde görünen kısmı ise sadece 600 metredir. İki ayrı mağaranın birleşmesinden oluşuyor. Mağara kışın (bazen) kapalı oluyormuş. Yüksek su seviyesinden dolayı.
    İlk önce üst katı gezdiriyorlar, daha sonra da alt katı. Jeita’da fotoğraf çekmek yasak. Girişte tüm fotoğraf makinası, kamera ve cep telefonlarını kasalara kilitledik. Ve zaman tüneline doğru seyehatimiz başladı.
    Bilim kurgu filmlerini çok seyretmesem de bir anda kendimi Star Wars filminin içinde buldum. Bir hoşluk hissi, güzel bir derinlik ve uçuşan uzay araçları falan. Rüya gibiydi. Dokuya zarar vermemek için yürüyüş platformu ve merdivenler yapılmış. Epeyce tırmanıyorsunuz, yükseldikçe mağara derinleşiyor, büyüyor. Büyük ekrandan 3 boyutlu ekrana geçmiş gibi oluyorsunuz. Nefesimizi tutarak, ağzımız bir karış açık vaziyette gözlerimizi kırpmadan seyre dalıyoruz. Su damlalarının ve doğadaki minerallerin mükemmel bir uyumla yaptığı sarkıtlar ve dikitler, usta heykeltraşların, ressamların sanatçıların ellerinden çıkmış gibiydiler.
    Aynı yoldan tekrar geri dönerek filmin pardon mağaranın ilk bölümünü tamamlamış olarak çıkıyoruz. Dolaplardan fotoğraf makinalarımızı alıp kapıda bekleyen vagonlara yerleşiyoruz. Yürüyüş mesafesinde ama Lübnan’lılar hoşluk olsun diye teleferik ve tren gibi güzellikler eklemişler.
    Alt katta bulunan mağaraya girdik. Güzel mavi ve mor ışıklar. Biraz önümüzde oturma koltukları gibi birşey gördüm. Çok aydınlık olmadığı için oturmak ve seyretmek için yapıldığını düşündüm. Hepimiz yerleştik ama bir enteresanlık var bunda. Üst kattaki sarhoşluktan olsa gerek oturduğumuz yerin tekne olduğunu çok sonra anladım. Motorlar çalıştı ve sırayla tekneler ışık hüzmelerinin içine dalıp, yüzmeye başladılar. Suyun altından ışıklandırmalar falan yapmışlardı. Düzenleme muhteşemdi. Bir ara elektrikler gitti, birkaç dakika bekledik. Sonra tekneli mağara gezimizi tamamlamış olarak alandan çıktık. Program yapacaklar için bildirmek isterim; gezi süresi toplam 2 saat. Biraz da etrafı seyredip birkaç fotoğraf çektikten sonra 10:30’da Jeita Gratto’dan ayrılip, taksimizle Beyrut’a doğru yola çıktık.
    Beyrut’a vardığımızda 11:15’ti. Şoförümüz Ali, bizi Gimnazye bölgesinde bıraktı. Bu bölgede inmeyi biz istedik, görmek dolaşmak için. Merkeze yürüme mesafesindeki Gimnazye bölgesi, daha çok zenginlerin yaşadığı muhitmiş. Evlerinden de anlaşılıyordu aslında. Merkezde çok görmesek de daha iç kesimlerde 15 yıllık savaşın izlerine rastlamak mümkündü. Birçoğunda tadilat ve yeniden yapılanmalar sürüyordu. Bir taraftan fotoğraf çekiyorduk bir taraftan da Hakan’ın rehberliğinde (GPS’i ile) Ulusal Müze’ye doğru yürüyorduk. Müze Eşrefiye Mahallesi sınırları içinde bulunuyordu. Beyrut’un tamamını yürüyerek dolaştık neredeyse. Dışını da taksilerle J.
    Beyrut Ulusal Müzesi, iki katlı çok güzel bir müze. 19. y.yıla kadar, savaştan arta kalan 1300 civarında buluntu ve eser sergileniyormuş. Müzenin kendisi bile uzun yıllar restorasyon görmüş. Beyrut’un geçmişi hakkında çokça bilgiler veriyor. Özellikle minik heykelleri gerçekten göz kamaştırıcıydı. Müzede epeyce gezdik dolaştık. Müze giriş bileti; 5000 LL.
    Bugün Türkiye’den epey turist gelmiş anlaşılan. Müzede Türkler’den başka kimse yoktu. Yasin birkaç arkadaşıyla karşılaştı. Saat 13:00’te müzeden ayrılıp Down Town’a doğru yürüdük. Bugün Lübnan’daki son günümüzdü. Dolu dolu 4 gün ayırmıştık. Programlarımızın tamamına yetmişti. Listemizde kalan birkaç mekanı ziyaret edecektik. Bir ara, ara sokaklardan birine daldık, çok güzel binalar görüntüledik. Tam Down Town’a yaklaşırken yol üzerinde solumuzda (Bachoura caddesi sanırım) bir falafelci gördük. E acıkmıştık da. Büfe gibi küçücük bir yer. Girip siparişlerimizi verdik, çok da ucuzdu. Dürüm şeklinde falafellerimizi alıp kapının önünde ayakta turşularla birlikte atıştırdık. Saida’da yediğimize benzemiyordu bu daha güzeldi. Birer taneyle doymuş gibi yapıp yolumuza devam ettik. Geldiğimizden beri günlük güneşlik olan Lübnan, akşama doğru bulutlanmaya, ufak ufak yağmur atıştırmaya başlamıştı.
    nSosyetenin ve turizmin merkezi Down Town’a varıp, rahat rahat dolaşmaya başladık (dünden de biliyorduk buraları). Birleşmiş Milletler binası, Başbakanlık Binası, Parlemento Binası vs. Hepsi de bu bu civardalardı. Gerçekten de çok güzel örnek mimarileri vardı.
    Beyrut’ta 100’ün üzerinde 5 yıldızlı otel bulunuyormuş. Bir çoğu da bulunduğumuz bölgedeydi. Bugün heryerden Türkçe sesler duyuyorduk. 29 ekim dolayısıyla birçok turlar düzenlenmiş olmalı. Ve bizim turumuzun bittiği zamanda onlarınki başlıyordu.
    Tarihi Mecidiye Camii diye girdiğimiz yerin Ömer Camiisi olduğunu öğreniyoruz. Aslında her ikisi de listemizdeydi ancak sürpriz oldu. Ömer Camiisini ziyaret edip çıktıktan sonra, diğer caminin adresini alıp, inşaatların ortasında kalmış olan Mecidiye camisine doğru yürüdük.
    Çok sempatik şirin bir mimarisi vardı, ama önüne ve arkasına büyük yapılar inşa ediliyordu. Yazık olacak. Tarihi camii, Abdülmecit tarafından yaptırılmış. Savaş sırasında yerle bir olup çok kısa zamanda Beyrut’un yeniden yapılanmasında büyük rolü olan eski Başbakan Rafik Hariri’nin girişimleriyle eskisini aratmayacak şekilde restore edilmiş. Benim Lübnan’da en çok beğendiğim camiydi.
    Adını hatırlayamadığım birkaç camii ve kilise ziyaretlerimizi de yaparak (listemizi aşmıştık bile) gönül rahatlığıyla akşam 17:00 Down Town’da bir kafede oturduk. Kimimiz kahve, kimimiz dondurma, kimimiz çorba içtik. Aslında nargile içmek için oturmuştuk ama, oturunca nedense vazgeçtim.
    Zamanımızın bundan sonrası hediyelik eşya arama, fotoğraf çekme şeklindeydi. Ama aklımız akşam yediğimiz falafelde kalmıştı. Bir ara hepimiz itiraf ettik ve 19:20’de falafelciye ikinci kez gittik. Birer falafel daha istedik. Tüm çalışanlar bize güldüler, biz de kendimize. Gülme krizi eşliğinde falafellerimizi yiyip ayrıldık mekandan. Köşeyi döner dönmez, Hüsniye ve Sevcan geri gittiler. Birar tane de paket yaptırıp çıktılar. Yalanım yok valla. Bu kadar muhabbetten sonra falafelcinin adını yazmak farz oldu. Falafel M. Sahyoun. Yolu Beyrut’a düşecek olanlara şiddetle tavsiye edilir.
    Bu kadar falafel yemek bazılarımıza iyi gelmedi. Falafel’in adı bile değişti; Farafar falan demeye başladılar. Çatıdaki antenlerin hepsi birer “ay” oldu. Otele gidene kadar daha bir sürü “ay” gibi şey gördük. Birbirimizi anlayana kadar gülmekten karın kaslarımız çatladı. Neyse ki yürüyerek falafellerin bir kısmını eritip normale dönmüştük.
    Bir ara bizim taksici Ali’ye rastladık, yolda selamlaştık falan. Dünya gerçekten küçük. Her zamanki gibi yürüyerek otelimize vardık. Merkezden, bizim kaldığımız otele yürümek en az yarım saat sürüyordu. Hazırlık yapmamız gerekiyordu cünkü ertesi gün / gece 04:00 gibi kalkacaktık.

    30 Ekim 2010 – BEYRUT – İSTANBUL

    Ali, sabaha karşı 04:30’da, tam vaktinde otelin kapısındaydı. Helal olsun adama.
    Tüm gezi boyunca yağmur yağmadı, günlük güneşlik havalarda gezdik dolaştık. Sadece dün akşam bizim program bitince, falafelciden çıkınca biraz yağmura yakalandık. Bir de havalimanına doğru giderken.
    Yolda bir ara yağmur çok hızlandı, silecekler yetişmiyordu. Kendi aramızda “bozulursa silecekler bozulsun, araba bozulursa yandık” gibi endişeli espirilerle havaalanına kadar tek parça halinde vardık.
    k20 LL’na anlaşmıştık ama Hakan dayanamayıp 5 LL daha verdi. (çünkü Ali baştan beri 25 istiyordu)
    07:00’de kalkacak olan uçağımız 10 dakika erken kalktı. Çok güzel rahat bir uçuş geçirdik. Uçakta fazla yolcu yoktu bu yüzden geniş geniş oturduk. 08:30’da Sabiha Gökçen Havalimanına indik.
    Gezimizin harcamalarından sorumlu bakanı Yasin’in hesaplarına göre; dört tam günlük Lübnan seyehati için; toplam 650 $ (910 TL) harcamışız. Buna 5 günlük konaklama, uçak, taksiler, yemek, konut fonu falan herşey dahildi.
    Bu seyehatimde arkadaşlarımın (dostlarımın) emeği çoktu. Plan aşamalarımızın tümünde bizimle birlikte olan ama sağlık problemleri yüzünden bize katılamayan can insan Nazan Özçınar’a, gerek bilgileriyle gerek gezi süresince en haz etmediğim parasal mevzuları takip ettiği için (Sensey) Yasin Demirtaş’a, gezinin tadı tuzu, pratik, yardımsever ve güzel fotoğrafları için Hüsniye Mıhçı’ya, gezi öncesi titiz araştırmaları sonucu otel organizasyonumuzu ve gezi süresince tercümanlığımızı yapan grubumuzun beyni Sevcan Orbay’a ve bana katlanabildiği için sevgili eşim Hakan Çetin’e çook teşekkür ederim. Yukarıda adları yazılı olan dostlarımla, onların beni kabul ettiği tüm etkinliklere seve seve katılacağımı bildirir, hepsine ayrı ayrı teşekkür ederim...
    Sabredip sonuna kadar okuduğunuz için de sizlere teşekkür ederim.
    Yeni güzergahlarda buluşmak üzere,

    Sevgiler, Saygılar.

    Tezcan



    Fuji'ye Uzaktan Bakmak

    Japonya deyince herkes gibi benim de aklıma ilk gelenlerden birisi ne yazık ki; HİROŞİMA idi. 1945 yılında, üzerine atılan atom bombasından dolayı ilk’ler arasında. İnsanın “Olmaz olsun böyle unvan” diyesi geliyor. Ve Hiroşima deyince de Nazım Hikmet’in 1956 yılında yazdığı “Kız Çocuğu” şiiri.

    Kapıları çalan benim
    kapıları birer birer.
    Gözünüze görünemem
    göze görünmez ölüler.

    Hiroşima'da öleli
    oluyor bir on yıl kadar.
    Yedi yaşında bir kızım,
    büyümez ölü çocuklar.

    Saçlarım tutuştu önce,
    gözlerim yandı kavruldu.
    Bir avuç kül oluverdim,
    külüm havaya savruldu.

    Benim sizden kendim için
    hiçbir şey istediğim yok.
    Şeker bile yiyemez ki
    kâğıt gibi yanan çocuk.

    Çalıyorum kapınızı,
    teyze, amca, bir imza ver.
    Çocuklar öldürülmesin
    şeker de yiyebilsinler…

    Atom bombasından on yıl sonra yazılan bu şiiri hala birçok bölge çocukları için söylemek, söyletmek lazım. Ruhun şad olasın Nazım Hikmet Ran…

    Fuji’ye Uzaktan Bakmak

    Temizlik Tanrısı “Hijyen” kendine bir yer seçmişse eğer, o yerin adı kesin Japonya’dır. Şimdilerde Japonya için aklıma gelen ilk’lerden birisi budur. Bunu saygı, sabır, sükûnet vs. ile sıralayabilirim. “S” harfinde takıldım kaldım. Aklımda kalanlarla öğrendiklerimi, gördüklerimi ve yaşadıklarımı paylaşmak için yazmaya başladım. Ne ara biter bilmiyorum.

    Buyurun,

    29 Mart 2013 Cuma, 30 Mart 2013 Cumartesi

    Bakırköy’e vakitlice varıp, taksi ile 22.00 gibi Atatürk H.Limanı’na ulaşıyoruz. Uçuşumuz 30 Mart 2013 - 00.50 Cumartesi. Havalimanına en kolay ve stressiz ulaşım aracı olan deniz otobüsünü seçtiğimiz için çok memnunum. Uykunun ağırlığı üzerimize çökmüşken “Doğan Güneşin Ülkesi”ne gitmek üzere uçaktaki koltuklarımıza yerleştik. Yolumuz uzun. Dile kolay 11 saat. İlk defa bu kadar uzun ve aktarmasız uçacağım. Daha evvelki, aktarmalı Nepal yolculuğum sıkıntılıydı. Bu yüzden aktarmasız olmasını tercih ettim. 6 saat fark varmış. Bugün 18.45 gibi Japonya’ya varış görünüyor. Öncelikli görmek istediğim yerler varken bir anda Japonya yolcusu oluverdim. Hiç aklımda yoktu oysa. Bugün dikkatimi çekti, daha doğrusu aklıma geldi; bilgisayarımın ekranında yani masa üstünde Fuji Dağı’nın fotoğrafı var. Epeydir de duruyor, değiştirmemiştim. Geri planda Japonların tarifiyle “Doğan Güneşin Ülkesi”ni görme isteğim mi oluştu acaba bilemedim. Japonca adını oluşturan Kanji karakterler “güneş” ve “köken” anlamına geliyormuş. Bu nedenle Japonya “Doğan Güneşin Ülkesi” diye biliniyormuş. Asya’nın bir ucundan diğerine, batıdan doğuya uçacağız. Heyecan yok içimde. Neden acaba? Genelde çok heyecanlanırım uzak yerlere, özellikle bilmediğim yerlere giderken. Aslında, çok hazırlık da yapamadım. Japonya’ya 3 aya kadar olan seyahatler için vize almak gerekmiyor. En zoru da “Yen” bulmak oldu. İstanbul’dan almak daha avantajlı olduğu için harcayacaklarımızın tümü için Yen’leri hazır etmiştik. Hiç de ucuz olmayan uçak biletimi alıp, Asya’nın en doğusundaki adaya (ülkeye) gitmeye hazır olduğumu Nezihe’ye bildirmem yeterli oldu. Bu gezinin mimarı; Japonya’da daha evvel yaşamış, Japonca konuşmayı bilen arkadaşımız Nezihe Güçlü. Tüm bilgisini enerjisini bizimle paylaştığı için “Arigato” Nezihe, çok teşekkür ederiz. Eğer yanınızda Japonca bilen yoksa herhangi bir tur ile de gitmediyseniz işiniz gerçekten zor. Her yerde Latin yazılar göremeyebilirsiniz. Biraz Vikipedia’dan bilgiler aktarayım: Japonya, Doğu Asya'da bir ada ülkesidir. Büyük Okyanus'ta bulunan Japonya Çin, Kore ve Rusya'nın doğusunda, kuzeyde Ohotsk Denizi'nden güneyde Doğu Çin Denizi'ne kadar uzanır. Japonya üç binden fazla adadan oluşur. Bu adaların en büyükleri olan Honşu, Hokkaido, Kyuşu ve Şikoku adaları ülkenin %97'sini oluşturur. Adaların çoğu dağlıktır ve bazıları yanardağlardan oluşur. Japonya’nın en yüksek dağı olan Fuji Dağı bir yanardağdır. Japonya 128 milyonluk nüfusuyla dünyanın nüfus açısından onuncu büyük ülkesidir. Uçaktayız. Sersem sepelek uyudum, uyandım. Bir ara, kolumdaki saatin (Türkiye saati) 8.30’u, ön koltuğun arkasındaki ekranın Moğolistan, Beijing arasında uçuşumuzu gösterdiği sırada, dilim damağım kurumuş vaziyette uyandım. Soluğu hostesin yanında aldım. Kana kana su içip koltuğuma döndüm. Hep söylenir ya; “uçakta vücut kolay su kaybeder. Dolayısıyla bol su içmek gerekir” diye. Ayakta terlik, boyunda belde yastık, battaniyeye sarılıp sızmışım deyim yerindeyse. Bir kez de koridorda yürüdüm. Koridorda oturmanın avantajlarını bu uçuşumda yaşadım. Hiç şikâyetçi değilim. Dünyanın bir ucuna gidiyorum ve aktarmasız. Helal sana THY. Osaka Kansai havalimanına varışımıza 3 saat kala, hosteslerden biri, bir ara elinde özel yemekle yanıma gelip, servis masamı açarak “size özel efendim” dedi. Şaşkınım çünkü daha yemek servisine başlanmamış. “Ben mi istemişim?” Hay Allah !. “Acaba bileti alırken yanlış bir şeyler mi tuşladım” diye içimden geçiriyorum. “Soyadınız Tezcan değil mi?” dedi. “Hayır, adım Tezcan” dedim. Neyse masama bırakıp gitti. Arkadaşlar da şaşkınlar. Özel yemek! Daha kimseye su bile servis edilmemişken masamda dumanı alüminyum folyodan açılan deliklerden sızan, iştah açan bir görüntü. Gözler masamda, acaba nasıl özel bir yemek diye merak ediyorlar. İçinden ne çıkacak ben de merak içindeyim. Yavaşlatılmış çekimde sağına soluna bakınıyorum. Hediye paketini açmaya uzanır gibi yemeğin kapağını kaldıracağım sırada hostes yanımda bitiverdi. “Çok özür dilerim, bu yemek 16 numara değil de 6 G’ninmiş” deyip aldı götürdü. Hala merak ediyorum. Yanımdaki üç Japon yolcunun da maskesi var. Üstelik aksırıp tıksıran da onlar. Benim takmam daha doğru olurdu diye düşündüm. Bu işte bir gariplik olduğunu o an düşünsem de sonraki günlerde bunun başkalarına olan saygılarından yaptıklarını anlayacaktım. Çok kibar ve çok saygılı insanlardı. Hiç konuşmadılar ve hep uyudular. Türkiye saati ile 11.30 ama Japonya saati ile 18.30’da 2 milyon 600 bin nüfuslu Osaka şehrinin Kansai Havalimanına indik. Kansai Uluslararası Havalimanı 1994 yılında Osaka körfezindeki yapay dolgu bir ada üzerine kurulmuş. Yurtdışından Japonya’ya gelen ziyaretçilerin başlıca giriş yolu olduğu yazılıyordu. Bizim de ülkeye girişimiz bu şekilde oldu. Yedinci yüzyılda kurulmasından bu yana, Osaka yabancı ülkelerle ticaretin üssü olmuş. Tokyo’nun ardından ülkenin ikinci büyük metropolü olduğu da yazılanlar arasında. Uçakta doldurduğumuz formların dışında, alanda ayrı bir form daha doldurduk. Adın, soyadın, memleketin, kaç parayla geldin, ne kadar kalacaksın vs. Formlarla birlikte pasaport kontrolünün ardından valizlerimizi de alıp dışarıda bizi bekleyen arkadaşlarımıza kavuştuk. Birçoğu daha evvel tanışık toplam 9 kişiydik. 3 kişinin haricindekiler Emirates ve Korean Air’le gelmeyi tercih etmişlerdi. Her iki grubun da varışları bizden evvel olduğu için bizi bekliyorlardı. Aslında bundan sonrasını Nezihe’nin peşine takılarak, şaşkın ama mutlu geçen bir hafta olarak kısaca özetleyebilirim. Bugünkü planımız, Osaka’daki otelimize varmak ve dinlenmekti. Saat farkı yüzünden günü erken kapatıyorduk. Oysa Türkiye’de daha yeni öğlen olmuştu. Alandan çıkmadan evvel Osaka ve civarındaki (Kansai Bölgesi yani; Osaka-Kyoto-Nara-Kobe) tüm ulaşımlar için kullanabileceğimiz, “Kansai Area Pass” yani tren biletlerimizi aldık. Pasaportları göstererek alabiliyoruz. Biletin üzerinde adınız soyadınız, pasaport numaranızı vs tüm bilgileri yazıyorsunuz. Bilet bir aylık ama biz birkaç gün kullanacağız. Bir aylık biletin bedeli 6.000 Yen. Yaklaşık 120 TL’ye geliyor. Biraz pahalı olabilir ama zaten Japonya ucuz bir yer değil. Üstelik bunun gibi toplu biletleri almak daha bile avantajlı oluyor. Bu arada benim telefon çalışmıyor. Hiçbir şebekeyi alamıyor, çekmiyor. Yeni bir telefon almam için bir işaret mi acaba bilemedim. Sağ olsunlar Nezihe ve Sevcan’ın hatlarından anneme ve eşime sesimi duyurabildim. Sonraki günlerde de Sevcan’ın telefonlarından birisine deyim yerindeyse, “El koydum”. Makineye kartımı taktım, aranamıyordum fakat ben arayabiliyordum. Bu da enteresandı! Türkiye’ye döndükten sonra öğrendim ki, 3G ve üzeri olan, yeni teknolojik makinelerin haricindekiler Japonya’da çalışmıyormuş. Benim telefon da 3 yıllık falan, benim için yeni ama teknoloji devi bir ülke için çok geri anlaşılan. Aslında Japonya ile ilgili notlarda yazıyormuş “telefonlarınız çalışmayabilir” diye. Yukarıda da yazdığım gibi hazırlıksızdım yani dersime çalışmamıştım, elektrikler kesikti J. Trendeyiz. Bal dök yala, o kadar temiz. Camda, duvarda, koltukta tek bir çizik, iz, toz kir hiçbir şey yok. Bağıran yok, çağıran yok. Tek duyulan ses, durakları bildiren trendeki anonslar ki bu da insanın uykusunu getiriyor. Özellikle kadınların yaptığı anonslar. Masal anlatıyorlar sanki. Döndükten sonra öğreniyorum; meğer Japonya’da kadın dili, erkek dili şeklinde ayırımlar varmış. Erkekler oldukça erkeksi bir dille konuşurken, kadınlar bu dile ait kelimeleri ve ünlemleri pek kullanmazlarmış. Çünkü doğru bulunmazmış. Japonya hakkındaki yazılarda, geleneksel Japon kültüründe kadın – erkek ayırımından epey bahsediliyor. Havaalanı ile şehir merkezi arası 50 km. Hızlı trenler de var ama biz normal olanı ile 1,5, 2 saat sonra Osaka’ya varıyoruz. Alandan çıkar çıkmaz 3’er taksi ile yakındaki “Hotel il Grande Umeda” otelimize varıyoruz. Taksi ücreti; 640 Yen. Otelimiz şehrin göbeğinde sayılır. Rezervasyonlar aylar öncesinden yapıldığı için fiyatların da makul olduğunu öğreniyoruz. 5 oda (3 gece) için toplam 90 bin Yen ödüyoruz. Kahvaltı hariç odalar için günlük; yaklaşık 67 TL. Nezihe, odalarımıza çıkmadan otel paralarını toplayıp veriyor. Normalde bu mevsim Japonya’nın en çok turist alan mevsimiymiş. “Sakura Zamanı” yani “Sakura Zensen” çiçeklerin açılması demekmiş. Mart ayının son haftasından, nisanın sonuna kadar süren festivaller için her yıl yaklaşık 500 bin turist Japonya’ya gidiyormuş. Okuduklarımdan aktarmak isterim; “Sakura zensen” yani çiçeklerin açılması, 11 kentte ikişer haftalık festivallerle kutlanıyormuş. Japonya’dan başka Amerika, Kanada, Almanya ve Filipinler de bu doğa olayını festivale dönüştüren ülkeler arasındaymış. Kiraz ağaçları Japon kültürü için büyük önem taşıyor çünkü bu ağaçların uçuk pembe çiçeklerinin ortaya çıkması kış mevsiminin bitişini ve baharın gelişini simgeliyor. Çiçeklerin dal üstündeki on gün veya en fazla iki hafta olması bu dönemi daha da değerli hale getiriyormuş. Japonlar kirazların çiçek açmasını hayata yeni başlangıç dönemi kabul ettiklerinden, şölenlerle kutlamakla yetinmiyor, yeni başlangıçlar olarak işe başlama, evlenme tarihlerini de çiçeklerin açış günlerine göre ayarlıyorlarmış. Okullar bu tarihe göre açılıyor. Biz gittiğimizde tatil dönemiydi. Sakuralarla ilgili son bir detayı yazmak isterim. Japon kiraz ağaçları bizim bildiğimiz gibi tatlı bir meyve vermiyor. Sadece süs amacıyla yetiştiriliyor. Bu yüzden ağacın en değerli olduğu dönem çiçeklendiği günler.

    31 Mart 2013 – Pazar – JAPONYA (OSAKA – NARA)

    Yarım saatlik hazırlanmanın ardından 7.30’da Nara’ya gitmek üzere otelden ayrıldık. Uzun uçak yolculuğun ardından dinlenmiş görünüyoruz. Otelimizin yıldızı düşük ama her türlü konforu mevcuttu. Buzdolabı, su ısıtıcısı her gün yenilenen havlular vs. Her şey minimal ölçülerde, alçak tavanlı dar odalar ama tertemiz. Yollardayız. Buralarda maalesef süre tutamıyorum. Kendimi akışa kaptırmış vaziyetteyim. Trenden etrafı seyrediyorum şaşkın bakışlarla. Herkes maske takmış durumda birçoğu da beyaz eldivenli. Eldiven kısmını tam bilmiyorum ama dönüş yolunda Ankaralı bir yolcu, konuyla ilgili söz açıldığında anlatmıştı maskelerin sebeplerinden birini. 1945’te Hiroşima’ya atılan atom bombası her tarafı yakıp yıkıp kül ettikten sonra Japonlar kısa sürede yok olan alanlarını yeşillendirme, ağaçlandırma çalışmalarına girişmişler. Başka ülkelerden gelen fidanların, ağaçların polenleri halkta alerjiye sebep olmuş. Bu yüzden hem kendilerini hem de başkalarını korumak adına bu önlemi alıyorlarmış. Konforlu tren yolculuğumuz, Japonya’ya yüz yıl başkentlik yapmış Nara’da sona eriyor. İstasyondan çıkıp Turizm ofisine doğru yürüyoruz. Bize gönüllü öğrenci rehber verebileceklerini öğreniyoruz. Japonya’da 50 bin gönüllü rehber (Goodwill Guide) bulunuyormuş. Bunların çoğu öğrenci olmakla birlikte emekliler ve ev hanımlarından oluşuyormuş. İstasyonun çıkışındaki bir markette ayaküstü kahvaltımızı yapıyoruz. Her şeyin hazırı mevcut, tatlı tuzlu ne iterseniz, kahve her yerde var. Kahve çok popüler bir içecek. Jamaika yıllık kahve üretiminin yaklaşık %85’ini Japonya’ya ithal ediyormuş. Bu arada Japonya’da musluk suları içiliyor ve çok güzel. Biz ayaküstü kahvaltımızı yaparken Nezihe 20 yaşındaki gönüllü rehberimiz Heidi ya da Kaide ile bize katıldı. Tanışırken kimimiz Kaide, kimimiz Heidi anlamışız. Sorun değil, “Heidi” de yabancı sayılmazdı hani çocukluk arkadaşımızdı. Ha bir de Klara vardı J. Kaide ve Nezihe’nin peşi sıra Nara sokaklarına dalıyoruz. Nara Japonya’nın eski başkentlerinden biri olmasının haricinde Japon sanatları, el sanatları, edebiyat, kültür ve sanayinin beşiği konumundaymış. Turistik mekânların hepsi de istasyonun yakınında bulunuyordu. Buraya geliş sebebimiz Todaiji Tapınağı. Dünyadaki en büyük ahşap yapı olma özelliğinin yanı sıra en büyük Budha heykelinin de içinde bulunduğu bir tapınak. En fazla 3 katlı binaların olduğu, tek tük araçların geçtiği sokaktan dümdüz yürüyoruz. Buralar tapınaktan geçilmiyor zaten. Gördüğümüz ilk tapınağa dalıyoruz. Bahçesindeki çiçek açmış kiraz ağaçları tapınaktan daha çok etkileyiciydi. Sokaklar düzenli, temiz, sessiz sanki çizgi filmin içerisinde canlı kanlı dolaşıyoruz da etrafımızdaki birçok şey hareket halinde ve güzel şölen sunuyorlardı. Yol üzerindeki elektrik direklerinden insanı mest eden yumuşak tınılar geliyordu. Kimonolu genç kızlar, karete, judo takımının genç erkekleri, şirinlikleri dillere destan çocuklar sokağın neşe kaynağıydılar. Japonya’daki asıl Japon biz olmuştuk. Gördüğümüz her yerin, her eşyanın, insanın, hayvanın fotoğrafını çeker olmuştuk. Yürüyüşün devamında Nara Park’a varıyoruz. Budist sanatının tüm dönemlerine ait eserlerin yer aldığı Nara Ulusal Müzesi’nin de içinde bulunduğu Nara Parkının göz bebekleri geyiklere rastlıyoruz. Turistlerin ilgisi daha çok geyiklereydi. Bu yüzden müzeye falan girmedik. “Çok geyik olur” diye. Ünleri o kadar yayılmış ki, Nara Parkı olmuş “Geyik Parkı”. Kimi yolda kimi parkta insanların kendilerini beslemesine alışmışlar. Bizim Eminönü – Yenicami’deki kuşlar gibi. Ama bunlar bisküvi yiyorlardı. Özel krakerler (bisküviler) 100-150 Yen’e satılıyordu. İnsanlar bu bisküvilerden satın alıp, geyikleri kendi elleriyle besliyorlardı. Turistik bir ritüel; geyik besle, fotoğraf çektir. Bizim Figen simit yedirmeye çalışıyordu. Hava kapalıydı. Grinin tüm tonları vardı gökyüzünde. Biraz da soğuktu. Derken büyük bir gürültü galiba yıldırım düştü. Birkaç dakika sonra da oluktan akar gibi yağmur yağmaya başladı. En yakındaki alt geçide dar attık kendimizi. Yağmur yavaşlayıp tek tük atar vaziyette yağınca yürüyüşümüze devam ettik. Todai-ji; dünyanın en büyük ahşap yapısı. İkinci özelliği de dünyanın en büyük Buda heykelini barındıran tapınak. Bu tapınak aynı zamanda, bir Budist okulu olan, Kegon’un da ana merkeziymiş. UNESCO’nun Dünya Mirası listesinde bulunan Tōdai-ji’ye (Büyük Doğu Tapınağı) giden yol araç trafiğine kapalıydı. Sağlı sollu turistik eşya satanlar ve tabii geyikler bulunuyordu. Tapınağın arazisine girişi sağlayan 21 metre yüksekliğindeki 18 tahta direkten oluşan iki katlı devasa kapı da başka bir sanat eseri. Nandaimon Kapısı, yani “Büyük Güney Kapısı” olarak anılıyor. Bu kapının inşaatı da 12. yüzyılın sonunda tamamlanmış. Bahsi geçen 21 metre yüksekliğindeki kapısında uzun ahşap sütunlar ve her iki tarafında da sert görünümlü “Nio Guardian Kings” heykeller bulunuyor. Rehberimiz Kaide’nin anlattığına göre bu heykeller Japon alfabesindeki ilk (A) ve son (IM) harflerinin simgesi yani doğuşu ve ölümü anlatıyorlarmış. Her iki heykel de 1988-1993 tarihleri arasında yenileme görmüşler. Bu kapı da tıpkı tapınak gibi ulusal hazinenin içindeymiş. Tapınaklarla ilgili internetten topladığım bilgilerden aktarayım. Tapınağın ilk versiyonu 728 yılında İmparator Shōmu döneminde inşa edilmiş. Bu dönemde Japonya’da salgın hastalıkların ve bir sürü felaketin ülkeyi istikrarsızlığa sürüklemesi nedeniyle, imparator salgın hastalıkları ve doğal felaketleri önlemek için her bölgede bir tapınak yapılmasını teşvik etmiş. Depremler ve yangınlar yüzünden ancak 751 yılında tamamlanmış, 752 yılında da 10.000 kişinin katıldığı bir tören ile açılmış. Budizm’de Japonya’nın en önemli merkezi olan Tōdai-ji, sonraları bu rolünü kaybetmiştir. Şu anda ayakta durmakta olan mevcut bina 1709 yılında tamamlanmış. Daibutsuden (Budha’nın olduğu salon) 57 metre uzunluğu ve 50 metre genişliği ile oldukça büyük bir yapı olsa da, orijinal yapıya kıyasla yaklaşık %30 daha küçükmüş. Ayrıca rutubeti engelleyen orijinal bir havalandırma sistemine de sahipmiş. Görkemli tapınağın bahçesi de tam seyirlikti. Tapınağın önündeki (giriş kısmında) kullanılan mermerleri anlattı genç rehberimiz. Tam ortaya yani giriş kapısına denk gelen koyu gri mermer Hindistan’dan, onun yanındaki Çin’den onun yanındaki de Kore’den gelmiş diğerleri de Japonya’da üretilen mermerlerdendi. Bunların aslında bir anlamı vardı. Mermerlerle anlatılmak istenen Budizm’in Japonya’ya geliş yoluydu. Budizm; önce Hindistan’a, oradan Çin’e, daha sonra Kore’ye ve oradan da Japonya’ya ulaşmış. Tapınağın bahçesinde ayrıca “Arınma Çeşmesi” dedikleri, tapınağa girmeden önce arınmak amacıyla ellerin ve ağzın yıkanması için kullanılan çeşme bulunuyor. Rehber Kaide bize uzun ahşap saplı su kaplarıyla ellerin ve ağzın hangi sırayla kaç defa yapılacağını gösterdi. Şu anda hatırladığım tek şey o sudan epey içmişliğim. Tapınağın girişinde tütsüler yakılıyor. Biz de yaktık, kokladık. Büyük kapıdan içeri girer girmez ünlü Budha heykelini karşımızda buluyoruz. Oldukça sade ve gösterişsiz olan Budha heykeli, 15 metre yüksekliğinde ve 450 ton ağırlığındaymış. Büyük Budha’nın sağ elinin avuç içi halka bakacak şekilde havada, sol eli yine açık vaziyette avuç içi yukarı bakacak durumda. Sağ el “Korkma ben seni her şeyden korurum”, sol el ise “Senden gelen dilekleri istekleri kabul ediyorum” manasındaymış. Heykelin şu andaki mevcut elleri 1568 ile 1615 yılları arasında, kafa kısmı da 1615 ile 1867 yılları arasında yeniden inşa edilmiş. Kafasında 966 tane insan kafası büyüklüğünde oymalar varmış. Her bir oyma bir insan kafası büyüklüğünde. Manası da kafasında 966 tane insan taşıyormuş aslında. Manası tam da bu mu bilmiyoruz. Sordum, büyüklüğünü anlamak için yapılmış olduğunu söyledi. Not: Anıları yayınladıktan sonra sevgili arkadaşım Nihal Artar şu bilgiyi vermişti: “966, mutluluk ve huzurun şifresini barındırdığına inanılan bakara suresinin ayet sayısı. İslam’da Budizm’den çok esinti var. Namaz kılar gibi ibadet eden bir Budist kolu da var.” Çok teşekkürler Nihal. Heykelin arkasında lotus çiçekleri bulunuyor. Budizm’de Lotus çiçeği ilk doğuşu simgeliyormuş. Bataklıktan çıkan bu güzel çiçek aslında insanı, renginden dolayı sadeliği ve saflığı da simgeliyor. Heykelin önünden ayrılıp, soldan devam ediyoruz. Hemen yakınında daha küçük ebatlı, ellerinin konumu tam tersi olan, ışıltılı görkemli bir heykel daha duruyordu. Gönüllü rehberimizin anlattığına göre, bu da paraya gösterişe önem veren tam tersi bir örnekmiş. Bunun haricinde birkaç tane daha Budist (melekler) heykeller bulunuyordu. Birkaç adım sonra çocukların şen kahkahalarını duyar olduk. Büyük kalın bir kütük ve arasından ancak çocukların geçebileceği darlıkta bir boşluk. Çocuklar o delikten geçip sevimli pozlar vererek fotoğraf çektiriyorlardı. Bu deliğin Buda’nın burun deliği ile aynı ölçüde olduğu ve buradan geçebilenlerin bir sonraki hayatında mutlu olacağı gibi sözler kalmış hafızamda. Daibutsuden’in önünde ahşaptan yapılmış bir heykel daha vardı. Kolçaklı bir sandalye (taht) üzerine oturtulmuş ahşap büstün başında kırmızı bir bone ve omuzlarına attığı yine aynı kumaştan kırmızı bir örtü vardı. Fotoğrafını çekmiştim ama ne olduğunu bilmiyordum. Internetten bulduğuma göre, 18. yy.da yapılmış. Budizm’in yayılmasında önemli rol oynayan Pindola Bharadyaja, Japonya’da kısaca “Binzuru” olarak biliniyormuş. Binzuru’nun gizli güçleri olduğuna inanılıyormuş. Hatta Binzuru’nun heykeline sürülen vücut kısımlarındaki hastalıkların iyileştiği inancı da yaygınmış. Daha evvel bunu bilseydik, deneme yapardık. Tapınağın çıkışına doğru bir takım hediyelik eşyaların, dini figürlerin, dilek tahtaları vb objelerin satıldığı tezgâhlar bulunuyor. Hatta falımıza bile baktırdık, eğlendik. Yine aynı yoldan aynı bahçeden dönüşe geçtik. Çok detaylı olmasa da birkaç tapınak ziyareti daha yapıp Nara’nın caddelerine dağıldık. Nara’dan ayrılmadan evvel yemek için gözümüze kestirdiğimiz bir lokantaya gittik. Aslında Nezihe ve rehberin gittiği lokantaydı. Sevcan çok istedi orada yemeği, bizim de başka önerimiz yoktu. İyi ki de diretmiş. İçerisi tıklım tıklım üstelik bekleyenler de vardı. Biz de bekledik. Bu arada Japonlar yemek için gerekirse saatlerce bekleyebiliyorlarmış. Sokakta uzun kuyruklar gördüğümüzde öğreniyoruz, tüm bunların yemek kuyruğu olduklarını. Bu arada sokakta gezinirken güzel bir tatlı da yedik. Dışı hamur içi tatlı, güzel bir şeydi. Japonya gezimiz süresince de her yerde rastladığımız bir tatlıydı. İç kısmı, siyah, kırmızı, yeşil vs. her renkte (meyvelerine göre) olabiliyordu. Plastik oyuncaklara da benziyordu ama yenen cinsten. Neyse, sıra bize geldi, geçtik ocak başı masamıza. Japonya’da lokantaların çoğunda masalar ocaklıydı. Tüm lokantalarda oturur oturmaz su ve sıcak ıslak havlu geliyor. Kahve bile içmek isteseniz sularınız geliyor. Çubukları yazmıyorum artık. Kısa beklemenin ardından dumanı üstünde yemeklerimiz gelip ortadaki sıcak saç ocağın üzerindeki yerini aldı. Her şeyden denemek için birkaç çeşit sipariş etmiştik. Hepsi de çok lezzetliydi, sildik süpürdük. Adlarını falan hatırlamıyorum ama ahtapotlu, sebzeli, dana etli, makarnalı vs gibi çeşitler vardı. Dönüş yolunda kiraz ağaçlarının altında piknik yapanlara da rastlıyoruz. Aslında gezi boyuca gördüğümüz şehirlerin hepsinde aynı manzara vardı. Sakuraların ağaç üzerindeki kalım süresi kısa olduğundan halk bu güzel mevsimin tadını çıkarmak için ağaçların altına yaydıkları (belediyenin sunduğu) örtülerde toplanıp yiyip içip eğleniyorlardı. Bizdeki gibi mangal, darbuka falan yok tabi, en fazla kahkaha sesleri duyuluyordu. 14.00 treni ile Nara’dan Osaka’ya dönüyoruz. Osaka, (okunuşu: o saka) Japonya’nın üçüncü en büyük şehri. Osaka Körfezi’ne dökülen Yodo Nehri’nin ağzında kurulan Osaka şehri aynı zamanda Batı Japonya’nın ticaret ve sanayi merkezi. Osaka’da onlarca gülen Buda heykellerinin bulunduğu renkli, ışıklı sokakları olan, Osaka’nın downtown dedikleri Shinsekai bölgesine varıyoruz. Bulunduğumuz bölge Osaka’nın güneyinde eski bir semtmiş. Tsutenkaku Kulesi (cennete ulaşılan kule)’nin de içinde bulunduğu mahalle 20.yüzyılın başında modern görüntüsünün yanında, kentin yerel turistik cazibe merkezi olarak da ünlenmiş. Aslında bu bölgenin epey ünü varmış. 1990’larda suç oranının en çok olduğu bölgeymiş. Kimi kaynaklarda da; suç oranının yüksek olduğu yer değildir ama hava karardıktan sonra gidilmemesi daha iyi olur gibi öneriler var. Bunun yanında yaşlıların, evsizlerin, fahişe ve travestilerin de mekânıymış. Kısa sokakları turlarken, iki katlı bir bina gördük. Kapısının önündeki afişlerden dolayı -yaklaşana kadar- sinema zannettik. Girişinde büyük çıplak kadınlar, kadınlı-adamlı çıplak fotoğraflar falan vardı. Yaklaşınca anladık genel ev olduğunu. Osaka’nın varoş mahallesinde epey renkli görüntülere rastladık. Hele film afişleri “iki film birden” olanlardandı. Trafiğe kapalı olan sokaklarda sağa sola bakınarak dolaştık. Köşe başlarındaki sarı renkli gülen Buda heykelleriyle epey fotoğraf çektirdik. Bir de Japonya’da en pahalı kahveyi buralarda bir yerde içtik. Bitişikteki Onsen Spa Merkezi’ne yöneliyoruz. Daha sonra gideceğimiz Onsen Kaplıcasının giriş çıkış saatlerini ve biletlerle ilgili bilgileri öğreniyoruz. Daha sonra detaylarını yazacağım. Spa merkezinin merdivenlerinden çıkarken sokağın sonundaki Tsutenkaku Tower’ı görüyoruz. Gökyüzü çok net değildi ama yine de birkaç arkadaşımız kuleye çıkıp Osaka şehrini tepeden görmek istediler. 16.45, Osaka’dan kaleye gitmek üzere başka bir metroya biniyoruz. Hava kararmadan ünlü Osaka Kalesini görmek istedik. Nehrin kenarındaki çiçekleri açmış kiraz ağaçlarının yanından yürüyerek kaleye vardık. Manzara aynı; mavi örtüler serilmiş, gençler etrafına dizilmiş piknik yapıyorlardı. Kale deyince bizdekiler gibi yüksek surları, görkemli kapıları olan kaleler anlaşılmasın. Ben içerideyken bile kalede olduğumu anlayamamıştım. Surlar yok, merdiven yok. Bir de Prag Kalesi’nde aynı duyguya kapılmıştım. Hava da yavaş yavaş soğumaya başlamıştı. Sarayın bahçesi kadar etrafı da görülmeye değerdi. Kaleye doğru giden daracık bir yolda ilerlerken, karşıdan gelen kamyonun önündekileri uyarmak için bir adam önden koşarak kamyona yol açıyordu. Kameralar elimizden düşmedi. Kendileri gibi küçük köpeklerini dolaştıranlar, kiraz ağaçlarının altında piknik yapanlar, gelinlik fotoğrafı çektirenler ne ararsan oradaydı. Önceki kalelerin, aksine düz yerlere inşa edilmiş olan kaleler, bölgeleri yönetmek, mekânı askeri üs olarak kullanmak gibi hizmetleri yerine getirmek için yapılmış. Şehrin merkezi konumundaymış. Kalenin nehir yanına kurulması ve nehir kısmındaki duvarların 18 km uzunluğunda olması bakımından savunması ve korunması da daha kolaymış. Bu bakımdan diğerlerine örnek teşkil ediyormuş. Japonya’da mutlaka görülmesi gereken yerler listesindeki Osaka Sarayı, 1586 yılında Toyotomi Hideyoshi tarafından inşa edilmiş ve Japonya’nın bir zamanlar en büyük kalesi olarak ün salmıştır. Aslının birebir kopyası olan 5 katlı kalede, Toyotomi hanedanına ve eski Osaka’ya ait birçok sanat eseri ve belge bulunuyormuş. Kral bu sarayın aynısından Tokyo’daki başka bir sarayda yaşıyormuş. Nehrin üzerindeki köprüden geçip kaleye varıyoruz. Hava karardığı için şimdilerde müze olarak kullanılan 5 katlı saraya girmeyip sadece bahçesinde turladık. Bol bol fotoğraf çekip ayrıldık. Ziyaret sonrası şehre dönüp metrodaki 5 katlı Yodobashi elektronik mağazasına uğradık. Tokyo’da da aynısına gideceğimiz için alışveriş yapmadan fikir edinip çıktık. Çoğunluğun isteğiyle otele yürüyerek döndük. Biraz arandık ama hiç şikâyetçi değildim. Yürümek her daim mutluluk verir bana. Otele çantalarımızı bırakıp, yakındaki lokantalardan birinde akşam yemeğimizi yedik. Tavuk yoktu ama çiğ yumurta geldi masaya. Pişmiş diğer yemeklere katılıyor. Son enerjimizi de otele gidene kadar kullandık, yarım gibi odalarımızdaydık. Bir Japon atasözü ile bu günü bitirmek istiyorum: “Okuduğun her şeye inanacaksan, hiç okuma daha iyi.”

    01 Nisan 2013 – Pazartesi – OSAKA – KYOTO

    (1 günlük bilet 500 Yen)

    Vakitlice dinlenmiş olarak uyandık ve 8 gibi otelden hareket ettik. Tam trene binmek üzereyken, ekipten bir arkadaşımız unuttuğu biletini almak üzere otele geri döndü. İstasyon çok yakında olduğu için yürüyerek gidip geldi. Bu sayede ben de istasyonda geleni geçeni seyrettim. Koşuşturmalarını, birbirlerine benzeyen kıyafetlerini, ellerindeki en ufak çöpü bile istasyondaki ayrıştırılmış bölümlere atanları, bağırış çağırış olmadan sadece ayak seslerinin geldiği koca istasyonu. Bugün birkaç tren değiştirerek, tarihi geçmişi 1200 yıldan daha eski olan Kyoto’ya gideceğiz. 1.474 bin nüfuslu Kyoto’yu gezmek için bir gün az ama biz en önemlilerini görüp akşam Osaka’ya döneceğiz. Kyoto 8.yüzyıl sonlarında 794’ten 1860’lara kadar Japonya’nın başkentiymiş. 1000 yıldan fazla. Bu zaman içerisinde en güzel Japon sanatının, kültürünün, dinin ve düşünce tarzının hazinesi haline gelmiş. Tarihi geçmişi bu kadar uzun olan şehrin elbette onlarca eski tapınağı ve bahçesi olur. Hele de bu şehir Japonya’daysa. 1994 yılında, toplamda 17 tapınak, mabet ve kale UNESCO dünya mirası listesine girmiş. Yarım saatlik yolculuk sonrası Kyoto’ya vardık. Tren istasyonu modern görünümüyle görülmeğe değerdi. Şehrin merkezindeki Kyoto İmparatorluk Sarayı’nı maalesef göremiyoruz. Japon mimarisinin zirvesini temsil eden Kyoto İmparatorluk Sarayını ziyaret etmek için sabah 10.00, ya da öğleden sonra 14.00 turlarına katılmak, ayrıca 20 dakika öncesinde pasaportla gelip izin almak falan gerekiyormuş. Bu tür uzun sürecek bürokrasilerden olsa gerek bizim programımızda yoktu. Higashiyama bölgesindeki tek katlı ahşap Sansujangen-do Tapınağı ilk ziyaret noktamızdı. Giriş bileti. 300 Yen. İçeride fotoğraf çekmek biryana ayakkabılarımızla bile giremedik. 1001 tane ahşap, Kannon (Merhamet Tanrıçası) heykeli ile ünlü olan tapınak kompleksi 1164 yılında kurulmuş. 1249 yılında büyük bir yangın olmuş. 1266’da ise sadece ana salon yeniden inşa edilmiş. İnternetten bilgi ekleyelim; Sanjusangendo Salonu; Budizmin Tendai mezhebine ait bir tapınak olan Myoho-in Tapınağı içerisinde yer alır. Merhamet tanrıçası Bodhisattva Kannon'u farklı yüz ifadeleriyle betimleyen Japon selvi ağacından oyulmuş gerçek boyutlu heykelleri ile ünlüdür. Salonun ortasında bulunan tanrıça heykeli; onun koruyucularını sembolize eden 28 adet heykel ile çevrelenmiştir. Bu heykel grubunun etrafı da farklı tanrı ve tanrıçaları temsil eden 1001 tane heykel ile sarılıdır. Ortada bulunan görkemli tanrıça heykeli, 1254 yılında Kamakura Dönemi’nde oluşturulmuştur. Diğer heykellerin yapımı ise 12. ve 13. yüzyıllar süresince gerçekleştirilmiştir. 120 metrelik salonu ile Japonya’nın en uzun ahşap yapısıdır. Sansujangen-do’nun anlamı “33 aralık” demekmiş. Tapınağın adı tam anlamıyla uzun ana salonun mimarisini açıklayan, sütunlar arasındaki 33 boşluktan kaynaklanıyormuş. Biz çıkarken tekerlekli sandalyesiyle bir ziyaretçinin geldiğini de gördük, muhtemelen tedavi içindi. Yine dilekler, talepler beyaz kâğıtlara yazılıp tellere bağlanmıştı. Burası da bir nevi telli babaydı. Ayakkabısız yaptığımız ziyaretimizi nihayet bir taraflarımızı üşütmeden bitirebildik. Tamam, mekâna zarar vermemek için iyi de biz de telef olabilirdik. Allahtan çorabım kalındı. Neyse mekândan ayrılıp otobüs durağına kadar yürüdük. Şehir çok büyük her yere yürüyerek gidemeyiz. Otobüsten inip bizim Mahmutpaşa benzeri bir yoldan tepeye doğru yürüdük. İki katlı evlerin sağlı sollu olduğu kaldırımsız yoldan araçları kollayarak, fotoğraf çekerek ünlü Kiyomizu Dera’ya vardık. Tapınağa adını veren Kiyomizu; temiz saf su manasına geliyormuş. Adı gibi çok güzel olan bu mekân benim de Kyoto’daki favori mekânım oldu. Kyoto’nun panoramik manzarasının en güzel göründüğü, derin bir vadide kurulan geniş ahşap verandası ile ünlü tapınağın giriş bilet ücreti 600 Yen. Popüler mekânlardan birisi de burası. Bir kere çok güzel bir şehir (Kyoto) manzarası var. Ayrıca aşkı arayanların da uğrak yeriymiş. Yazacağım… Viki’den kitabi bilgiyi de ekleyeyim: Kiyomizu-dera Kyoto'nun doğusunda bulunan bağımsız bir budist tapınağıdır. Antik Tokyo'nun tarihi anıtlarından biri olan tapınak, UNESCO tarafından dünya mirası listesine alınmış. Tapınağın girişi Heian ilk döneminde bulunmuştur. 1633 yılında yeni binaları eklenen tapınağın tarihçesi 798 yılına uzanır. Tapınak ismini kompleksin içindeki şelaleden almaktadır. Kiyumizu, temiz saf su anlamına gelmektedir. Ana girişte geniş bir bahçe ile şehre etkileyici bir hava veren uzun sütunlar bulunmaktadır. Tapınağı popüler kılan bir başka özellik ise buraya has olan bir inanıştır. 13 metre yükseklikten atlayarak hayatta kalan kişinin dileğinin mutlaka gerçekleşeceği rivayet edilmektedir. Edo döneminde 234 atlayış kaydedilmiş ve bunların % 85,4’ü hayatta kalmıştır. Günümüzde bu gelenek yasaklanmıştır. (Teşekkürler Viki) Gezmeye devam edelim. Merdivenlerden çıktık karşımızda tapınak zannettiğim ama giriş kapısı olan sempatik kırmızı yapı. Kapısında ve önündeki merdivenlerde epeyce fotoğraf çekip tekrar birkaç basamaklı merdivenle kompleksin ortasında bulduk kendimizi. Her yer dilek telleriyle doluydu. Tapınağın terasında hem manzarayı seyrettik hem fotoğraf çektik. Kimonolu kızlar da göz kamaştırıcı. Neredeyse hepsinin fotoğrafını çektik Japon diye ama bir tane bile yerli çıkmadı. En yakını Çinli ya da Koreliydi. Kimonolu genç kızların onlarca fotoğrafını çekip de biraz kitabi bilgi eklemeden geçmek istemedim. Kimono; kiru ve mono , "giyilen eşya" yani "elbise" demekmiş. Japonya’nın geleneksel giysisidir. Aslında tüm giysi çeşitleri için kullanılan kimono sözcüğü sonradan hâlâ kadın, erkek ve çocuklar tarafından giyilen uzun giysiyi tanımlamak için kullanılmaya başlamıştır. Kimono T şeklinde, ayak bileğine kadar uzanan düz hatlı, yakalı ve uzun kollu bir giysidir. Kollar özellikle bileklerde çok geniştir. Genişliği yaklaşık olarak yarım metreye kadar varır. Tipik bir kadın kimonosu on iki ya da daha fazla parçanın kuşanılmasıyla giyildiği için, Japon kadınların çoğu yardım almadan geleneksel kimonoyu giyemeyebilirmiş. Her birinin kendine özgü giyinme ve kuşanma şekli varmış. Kimono giydiricileri lisanslı olarak kuaför salonlarında çalışırlar ve evlere de giderler. 20 yaşına basan genç kızlar da kimono giyip aile içinde kutlama yaparlar. Devam edelim gezimize. Her yer dilek ağacı ya da dilek kutusu. Bir tanesi çok enteresandı; küçük kâğıtlara dilekler yazılıp, su dolu kaplara atılıyordu. Acaba silinirse mi gerçekleşiyordu yoksa silinmezse mi bilemedik. Bizdeki gelinin ayakkabısının altına yazılan gibiyse eğer, çoğunun dileği oluyordur. Biraz da yazılan kaleme bağlı. Suda çıkmayan rujlar gibiyse yazdıkları kalemler yandılar. Kiyomizu Tapınağı içerisinde yer alan, Jishu Shrine’den bahsetmeden geçmek olmaz. Aşk acısı çekenler ve kavuşamayanlar buraya gelip dilekte bulunurmuş. Oradan topladığım broşürlerde “Kiyomizu tapınağı merkezinin yakınında olmasına rağmen, bağımsız bir türbe olduğu” yazıyor. Ve Kiyomizu’nun parçası olmadığından bahsediyor. Japonya dışından gelen insanlar için burası aşkı arayanların umut kapısı olarak popüler hale gelmiş. Bekârlar evlenmek için, evliler çocukları için dua edip dilekte bulunuyormuş. Jishu Shrine 1300’lerde yapılmış daha sonra 1733 yılında yeniden inşa edilmiş. Günümüzde Japon hükümeti tarafından önemli bir kültür varlığı olarak belirlenmiş. Güzel ana binasının önünde, yaklaşık on metre aralığında iki büyük taş bulunuyor. Onlara “Aşk Taşı” deniyormuş. Aslında hem aşk hem de fal-cılık da deniyor. Çünkü Jishu Shrine, sevgi ve çöpçatanlık olarak yazılıyor. Neyse dönelim bu iki taşa. Eğer bir kişi gözleri kapalı vaziyette bir taştan diğerine güvenli bir şekilde yürür ve ona dokunur ise onun aşkı gerçekleşirmiş. Bu basit falcılık uygulaması hem Japon halkı hem de turistler için çok eğlenceli bulunuyormuş. Biz bilgi eksikliğinden taşa da tren muamelesi yaptık ya neyse. Jishu Shrine’de süprizler bitmiyor. Eğer burada dilek dileyenlerin dilekleri kabul olursa, evlilik ya da başka bir şey tekrar gelmeleri gerekiyormuş. Tabi boş gelmemeleri öneriliyor. Türbeye bir şeyler sunmaları öneriliyor. Bu sunulacak şey, eşya mı para mı bilmiyorum. Bağışta bulunanların isimleri de türbenin önünde bulunan bir tahtaya yazılıyormuş. Bu isimler tanrının gemisiyle uzak ülkelere bile uzanıyormuş. Artık inanın inanmayın… Yine tapınağın bir köşesinde ahşap üzerine resimli yazılı tahtalar asılmıştı. Onlara da sevgi kelimeleriyle dua sunan “ema” deniyormuş. Bunlar geçmişte vebadan kurtulmak için tanrıya gönderilen bir dilek mektubuymuş aslında. Belki de bu geleneğin başlangıç şeklidir. Tanıtım yazısının son cümlesi ise şöyle. “Dünya üzerinde birçok millet var olsa bile tek bir insan ırkı vardır. Eğer bir sevgi elde etmek istiyorsanız, tanrıya küçük bir dua edin. Japon Aşk Tanrısı Jishu size ve dünyadaki tüm insanlara sonsuz sevgi, bilgelik ve mutluluk verebilir.” Pazarlama tekniği gibi de geliyor ama bilemedim. Kafayı ne tarafa çevirsek dilek tahtaları, aşk duaları, tılsımlar. Japonlar da bizler gibi çoğu işlerini tanrılarına bırakmışlar anlaşılan. Hiç de öyle görünmüyorlar hâlbuki. Neyse Jishu Shrine’den ya da aşk- fal merkezinden sıyrılalım biraz. Doğaya uyumlu tapınağın bahçesinde dolaştık. Her noktadan farklı manzaralar, her daim fotoğraflarımıza konuk sakuralar çok huzur vericiydi. Kompleksin yürüme alanı işaretlenmiş, ziyaretçilerle aynı noktadan ilerliyorduk uzun yolda. Tapınağın etrafını turlayıp sona geldiğimizde başka bir kuyruk dikkatimizi çekti. Yaklaştığımızda gördük şelale gibi yukarıdan 3 noktadan alttaki göle akan suyu. Wiki’nin yazdığına göre; ana holün hemen altında Otowa şelalesi bulunmakta ve sular 3 kanaldan bir göle akmaktadır. İnanışa göre bu kanallar sırasıyla bilgi, sağlık ve uzun ömrü simgelemektedir. Kutsal olduğu kabul edilen su tapınak ziyaretçileri tarafından tedavi özelliği olduğu inancıyla içilmektedir. Bu bilgiyi de daha evvelden okusaymışım her 3’ünden de içerdim. Hangisinden içtiğimi bile bilmiyorum. Gelmişiz ta nerelerden, elbet biz de kuyruğa girdik. Minik gölün etrafından dönüp birkaç basamak çıkarak şelalenin altına geldik. Hemen sağımızdaki arınık kutusunda bulunan, uzun saplı metal bardaklardan aldık. Uzattık metal bardakları ve içtik şifa niyetine. Eksik içmişiz ya neyse… Fotoğraf makineleri en çok da bu mekânda çalıştı. Gökyüzü çok müsaitti, açık ve güneşli. İstemeyerek de olsa yavaş yavaş mekâna veda edip, geldiğimiz yolun paralelinden dönüşe geçtik. 15.00 gibi tapınaktan ayrılıp toplandık. Dönüş yolunda daha fazla turistik eşya satan tezgâhlara ve dükkânlara rastladık. Hele yerel yiyecekler tatmakla pardon saymakla bitmez. Plastik hamurlu renkli tatlılardan yemekten içim bayıldı. Hala anlamış değilim, o kadar açıkta tatlı yiyecek vardı ve bir tane bile sinek yoktu. İyi mi kötü mü bilemedim. Turistik eşya ve lokantaların bulunduğu sokaktan yürüyerek, hatta sağlı, sollu dükkânlarda beleş tadımlık yapıp öğünü bile atlattık. Kimi yeşil çay ikram ediyor, kimi plastik tatlılardan ikram ediyor, yemesek ayıp olurdu yani. Bu sabah Kyoto’ya gelirken bindiğimiz trende, elimdeki İngilizce Japonca kitabını gören hanım, “Where are you from”la sohbete başlamıştı. Akşam oldu, hala bizimle. Yani bugün 10 kişiyiz. Benim telefon bile buralarda eskiyse, arabalar kaç yaşında merak ediyorum. Bu arada trafik soldan, direksiyonlar sağda. Araçların hepsi gıcır gıcır, tek bir çizik yok. Eski araç hiç yok. Yol üzerinde birkaç tapınak daha gördük ama sadece bahçesinde birkaç fotoğraf çekip oyalanmadan devam ettik. Ayrıca sokakta hiç kediye rastlamadık, hepsi evlerdeymiş. Ana yoldan yürüyerek otobüs durağına gidip, 2 otobüs değiştirerek 1 saat sonra Kyoto’nun batı tarafında bulunan Altın Köşk Tapınağı (Kinkaku-ji)’na (Ayrıca Rokuonci – Geyik Parkı Tapınağı olarak da biliniyor) vardık. 400 Yen olan giriş biletlerimizi alıp daldık. Hava kararmadan kitaplara konu olan güzel tapınağı görmek ziyaretimizi tamamlamak istedik. Görevlilerin rehberliğinde giriş yapıp alana geldiğimizde gözlerimize inanamadık. Akşamın kızılından mı yoksa tapınağın renginden mi bilemedim ama etrafı yeşille çevrili durgun bir göl hayal edin ve o gölün tam orta yerinde de 4 katlı altından bir köşk. Aslında yapı iki katlı ama iki de yansıması olduğu için bir anda 4 katlı gibi görünüyor. UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne girmiş olan bu güzel yapıdan kaç poz çektim bilemiyorum. Yine internetten (viki) bilgi ekleyelim: Kinkakuci (Altın Köşk Tapınağı) 1224 yılında, Kintsune Sayanci tarafından yaptırılmıştır. O dönemde Kitayamaday olarak anılan ve dağ evi olarak inşa edilmiş olan yapı, 1397 yılında Şogun Aşikaga Yoşimitsu tarafından Sayanci ailesinden satın alınarak yenilenerek Kinkakuci kampusuna dâhil edilmiş, dönemin önemli siyasi merkezlerinden biri olmuştur. "Eski Budist ve Şinto Tapınaklarının Korunması Yasası"nın 1897 yılında yürürlüğe girmesi ile "Hususi İtina Gerektiren Mimari Yapı" statüsü, 1929 yılında yürürlüğe giren "Milli Hazinenin Korunması Yasası"'yla "Milli Hazine" statüsü kazanmıştır. 1904-1906 yılları arasında kapsamlı bir yenileme sürecinden geçmiştir. 2 Temmuz 1950 tarihinde, gece saat 02.30 sularında, sonradan akli dengesinin yerinde olmadığı bildirilecek olan Hayaşi Yoken adlı bir rahip tarafından ateşe verilen tapınak, içindeki bütün değerli nesnelerle birlikte yanmıştır. Bu olayın ardından Japonya Eğitim, Kültür, Spor, Bilim ve Teknoloji Bakanlığı ile Kyôto Eyaleti Eğitim İşleri Müdürlüğü yetkilileri bir araya gelerek, Kinkakuci'nin "Milli Hazine" statüsünün kaldırılmasına ve bu arada yapının yeniden inşasına karar vermişlerdir. İlle de iyi şeyleri yok eden kötüler olacak bu evrende. Adları yerleri önemli değil. Benim olmayacaksa başkasının da olmasın mantığı herhalde. Bu yok edilen bir insan da olabilir, bir ev, bir bilgi, bir orman ya da bir ülke. Gölün etrafını dolayısıyla da tapınağı uzaktan görüp fotoğrafladık. Tapınağın içine giriş yoktu, diye hatırlıyorum. Gerçi bizden de bir talep olmadı. Çıkışa doğru alan içinde birkaç ziyaret ve tapınakta dua edenler, tütsü yakanlar derken tamamladık ziyareti. Bir güne bu kadar ziyaret yeterliydi hem de acıkmıştık artık. Öğlen yediğimiz lastikli tatlılar ve atıştırmalıklarla duruyorduk. Altın tapınak gezisi sonrası 17.30’da dönüş otobüsündeydik. Otobüs ücreti 500 Yen. Osaka’ya varmadan evvel Kyoto’da akşam yemeği yedik. Bu gün suşi yemeği planlamıştık ancak çok kuyruk vardı ve çok aç olduğumuz için başka bir mekâna gittik. Kyoto şehrinin en işlek caddesinde bulunan Donguri Rest.a attık kendimizi. Ocağı mekânın ortasında bulunuyor. Yanından geçerek, güç bela iki boş masa bulabildik. Siparişlerimiz gelene kadar ortadaki ocağı seyrettik. Her şey paketlenmiş vaziyette dondurucudan çıkıyor ve hop ocağın üstüne. Ocaklar da üç dört metre vardı ve en az üç kişi üzerinde çalışıyordu. Hepsi de gençti. Ortada sıcak fırını olan masamıza karışık yemeklerimiz ve biralarımız geldi.(kişi başı 900 Yen) 20.50 treni ile Osaka’ya doğru hareket ediyoruz. Bugün de dolu dolu geçti ve çok yorulduk. Bir gün için ne yapılırsa fazlasını yapmıştık. Kyoto büyük, modern ve çok güzeldi. Şansımıza hava da muhteşemdi. Son bir not: Sera gazının etkilerini azaltmak ve iklim değişimini önlemek için ortaya atılan Kyoto Protokolü 2002 yılında burada imzalanmıştır. Bu bölüm için Japon Atasözü: Yalan dörtnala gider. Hakikat ise adım adım yürür, fakat yine de vaktinde yetişir.

    02 Nisan 2013 – OSAKA – Şehrin Dışında Müze Evi’nde Çay Seremonisi

    Bu gün, Japonya’da kaldığımız süre boyunca gülmekten krize girdiğim-iz gün. Benim hafızamda güzel kareler bırakan, gülmekten karın ağrısı yaşatan arkadaşım Nursen’e çok teşekkür ederim. Ayrıntıları aşağıda sırası gelince paylaşacağım. Çay seremonisi randevumuz daha geç bir saatte olduğu ama biz yine de erkenden otelden ayrılıp Osaka’nın en canlı alışveriş bölgesi olan, Namba’yı dolaştık. Japonya’da takdir ettiğim kurallardan biri de sigara içme yasağıydı. Kapalı alanlarda zaten yasak ayrıca sokakta içmek de yasak. Dolaşırken gözüme ilişti “Smoking Space – sigara içilebilir alan” yapmışlar, çok beğendim. Hem sokaklar kirlenmiyor hem de kimse rahatsız olmuyor. Sokakları arşınlarken başka dikkatimi çekenlerden de bahsedeyim. Daha evvel Tiflis’de gördüğüm heykeller gibi, burada da ana caddenin kenarlarına belirli aralıklarla konulan heykeller şehre ayrı bir güzellik katmıştı. Telefon kulübeleri de dikkatimi çekenler arasındaydı. Kulübenin içinde hem oturacak yer var hem de mekanizma aşağılarda. Evet, Japon insanının boyu falan ama daha çok engelliler düşünülmüş. Cihazlar tekerlekli sandalye hizasında. Sadece telefonlar değil, durak girişlerinin yakınında görme engelliler için minik anonslarla durakların adları söyleniyor. Ayrıca tuvaletlerin hepsinde de bu ayrıntılara dikkat edilmiş. Namba, Osaka’nın İstiklal’i ya da Bağdat Caddesi gibi denebilir. Çoğu bölümler araç trafiğine kapalı. Işıl ışıl, rengârenk, canlı kanlı bir mekân. Bir yemek yenecek yer ya da küçük bir büfe düşünün. Giriş katında minicik bir fırın üzerinde yuvarlak hamurdan bir şeyler kızartılıyor (ahtapot varmış içinde). Binanın üst katlarını kaplayacak şekilde turuncu bir ahtapot maketi yapmışlar. Bacanın dumanı ahtapotun bir yerlerinden çıkıyor aynı zamanda müziğin ritmine göre de ahtapot hareket ediyor. Koşuşturan insanlar, turistlere (çekik gözlü olmadığımız için belki) bakmaktan kendilerini alamayan çocuklar, kokular, apartmanların yüzeyini kaplayan dev ekranlar vs. İnanılmaz!.. Bol bol vitrin seyrettik. Hem yemeklerin fotoğraflarını hem kıyafetlerini görme şansımız oldu. Bu arada kimonolar çok pahalı. 40 bin 60 bin (Yen) başlangıç fiyatlarıydı. Adlarını yazmak istemediğim birçok tanıdık markanın mağazaları burada da vardı tabii. Şehir ile nehir karışmış birbirine. İkide bir bir köprüden geçiyorduk, muazzam yapılar hem köprüler hem binalar. Daha çok gençlerin rağbet ettiği anlaşılıyor. Sinemalar, oyun salonları, barlar, alışveriş mağazaları çok enerjik bir yerdi Namba. Saat 11.45’te Namba’dan ayrılıp buluşma noktamıza gitmek için yeniden trene biniyoruz. İzimigoka’ya gideceğiz. Bu isimlerin hepsini Nezihe’nin ağzından duyduğum şekliyle yazıyorum. İzimigoka’da 7 no’lu çıkışta Nezihe’nin arkadaşlarını beklerken etrafı turladık. İstasyonun hemen dibinde büyük bir avm vardı. Yiyecek bölümünde epeyce vakit geçirdim. Bin bir çeşit deniz mahsulü ambalajlanmış reyondaki yerlerini almıştı. Aralarda da tadımlık pişirip ikram ediyorlardı. Bugünkü ikramlar nefisti. Neyse, buluşma saatimiz geldi ve buluşma gerçekleşti. 3 arabayla gelmişlerdi. Kucaklaşmalar, hatır sormalar derken 13.30 gibi araçlardaydık. Sevcan, Semra, Nazan ve ben Anya Hanım’ın aracındaydık. Bir kişi daha vardı, adı aklımda ama buraya yazamıyorum, yazılışını bilmediğim için. Yola çıktık, bir yerlerden Türkçe sesler geliyor. Şaşırdık! Anya Hanım, daha evvel Türkiye’ye gelmiş. Hem kendisi hem de ailenin diğer fertleri Türkçe öğrenmeye başlamışlar. Her vakti değerlendirdikleri için araçlarında da Türkçe masal dinliyorlardı. Hayran kaldım… 15 dakikalık bir yolculuktan sonra vardık 150 yıllık tarihi müze evine. Evdeki hanımlar kimonolarını giymiş bizleri kapıda bekliyorlardı. Tanışma ve kısa tanıtımın ardından bahçeyi ve köyü dolaştık. Tarım alanları koyu kahverengi ahşap birkaç ev. Daha yeni olan 2-3 katlı evler de vardı ama eskiler azınlıktaydı. Etrafı turladıktan sonra içeriye buyur edildik. Kapının eşik kısmına ayak basılmıyor ve ayakkabılar çıkışta giyilecekmiş gibi bırakılıyor. Evin içini dolaştık. Binanın yapısı, sıvası, yaşı vs. ile ilgili bilgiler verildi. Özetle 150 yıllık bir bina. Yangınlar ve tamiratlar görmüş olmasına rağmen hala ayakta ve kullanılır durumda. Eski yıllarda çiftlik evi gibi kullanıyorlarmış, şimdilerdeyse müze evi. Bu arada bizi karşılamaya gelenlerden Anya Hanım da kimonosunu giyiniyor. Bize tanıtmak için özellikle aksesuarlarını yanımızda tamamlıyor. Az buz iş değil bunu giyinmek. Sırf bunun için kurslar düzenleniyor, yarışmalar yapılıyormuş. Yaşına ya da medeni durumuna göre de kimonolar farklıymış. Yukarıda (bir önceki gün) da yazdığım gibi bekârların kimonolarının kolları çok uzun oluyor, evlenince kısaltıyorlarmış. Anya hanım giyine dursun, bize yine kullandıkları kap kaçak, mutfak anlatılmaya devam ediliyor. Çevirilerimizi Nezihe yapıyor. Mutfağı kullanıp kullanmadıklarını sorduğumuzda yılda bir kez kullandıklarını öğreniyoruz. Hasat zamanı kutlama günleri varmış, o zaman ekmek toplanıp pirinç- karışımı hamurumsu bir tatlı yapıyorlarmış. Yaşlılara pek tavsiye edilmeyen bu tatlı ağza yapışan bir şeymiş. Kimononun son aksesuarları da bağlanıyor. Arkasındaki büyük renkli malzeme yastık gibi de kullanılıyormuş, ya da dayanak diyelim. Kimono giymek çok kolay bir şey değilmiş. Şehirlerde bununla ilgili kurslar ve hatta yarışmalar bile düzenleniyormuş. Çok önem verdikleri kimono da, tıpkı çay seremonisi gibi bir sanat dalı. Alkışlar eşliğinde giyim tamamlanıyor. Daha sonra sırayla hepsi modellik yapıyorlar bize. Biz de bir grup medya (gezgin) epey pozlarını çekiyoruz. Hem onlar eğleniyorlar hem de biz. Ve geliş sebebimiz sayılan ünlü “Çay Seremonisi” başlıyor. Grup büyük, ikiye bölünüyoruz. Biraz odadan bahsedeyim. Bulunduğumuz oda-salonda koltuk, sandalye falan yok. Bir tane dikdörtgen masa gibi ama daha alçak olanından var, üzerinde kırmızı bir hasır örtü var. Hem masa hem de oturmak için kullanıldı. Dip tarafta yine tahtadan 30 cm yüksekliğinde bir seki var, onun da üzerinde kırmızı ve bej renkli hasırlar konmuş. Minder falan yok. Hatta sekinin önünde de sekiden daha alçak bir ağaç kütüğü bulunuyor. Sekinin bir köşesinde 2-3 tane minik kimonolu kadın-erkek bibloları süs niyetine yerini almış. Bir de temsili ocak olarak kullanılan ya da çaydanlık mı demeliyim bilmiyorum içi su dolu yuvarlak silindir şeklindeki bir kap, daha geniş başka büyükçe bir kâsenin içine oturtulmuş durumda. Çay burada hazırlanacak. Eskiden çay evlerinde mutlaka bir ocak ve ocağın üzerinde de her daim kaynayan bir çaydanlık olurmuş. Malzemeleri bizimkiler gibi düşünmeyin. Kâsede içilen çayın çaydanlığı da silindir şeklinde kazan gibi bir şey sanırım. Dizlerimizin üstünde oturarak sekideki yerlerimizi aldık. L şeklinde kırmızı hasırlar olan bölüme oturuyoruz. Orta kısımdaki hasırın rengi ise bej. Tam karşımızda da, yukarıda bahsettiğim yuvarlak temsili ocağın başında çay hazırlanmaya başlandı. O ara bakır kâse içinde pembe beyaz, ceviz büyüklüğünde, pirinç lapası gibi bol şekerli olan tatlılarımız geldi. Sıranın başında da ekipten bir hanım, yanında Nursen sonra da ben varım. Sıranın başındakinin yaptıklarını biz aynen yapacağız. Nezihe tecrübeli. Asker gibi dizdi bizi bir güzel, komutlar vermeyi de ihmal etmiyor. Bu arada dizlerin üzerinde oturmak benim için bir kâbus. Sürekli sağa-sola yamuluyorum. Özellikle ikram sırasında dik oturmamız gerekiyormuş. Ne mümkün!. İçinde top top tatlıların olduğu kâseyi getiren kişi törensel bir havada tam karşısına geçip kafayla selam veriyor, karşıdaki de ona selam veriyor. Önce peçeteyi önüne serdi, ardından çubuklarla pembe-beyaz tatlıdan bir tane peçetesinin üstüne koydu. Kullandığı çubukları aynı düz şekilde kâsenin üzerine bıraktı. Başka bir tahta çubuk kaşık niyetine tatlısının yanına koydu. Ve gıdım gıdım yemeğe başladı. Tüm bunları o kadar yavaş yapıyordu ki hepimiz pür dikkat seyrediyorduk. Yavaş yapması biz anlayalım diye değildi, kuraldı. En ciddi olacağımız bölümdeyiz. Nezihe bizi ara ara uyarıyor. “Sessiz olun, gülmeyin vs.” Peki! Tatlılar geldikten sonra bize bir gülme krizi geldi ki sormayın gitsin. Başrolde Nursen mi var yoksa bizim de gülme krizine gireceğimiz mi vardı bilmem. Çaydan evvel birer top pirinç tatlısı alıyoruz. Çok iç açıcı değil ama ritüel böyle. Gelmişiz buraya kadar ne verseler yiyeceğiz. İlk sırada Nursen var ama kaçmaya çalışıyor. “Hepsini mi yiyeceğiz?” Nezihe “Evet hepsini”. “Yarısını yesek olmaz mı?”. “Hayır olmaz”. Sağımda Nursen, solumda Nazan, biri konuşuyor öbürü kıs kıs gülüyor. Ben de ne kadar kontrol ederim kendimi bilmeden kafam aşağıda ikisiyle de göz göze gelmemek için uğraşıyorum. Nezihe’den olumlu bir yanıt alamayan Nursen, son bir şansını denemek için, soluna dönüp bana “Yaa, ben öğlen de tatlı yemiştim o yüzden yemesem olmaz mı?” dedi ve ben bittim. Nazan, zaten patlamaya hazır volkan gibiydi. Gülmekten bayılmış durumda, yeri dar geldi attı kendini dışarı. Nezihe anında müdahale ettiyse de ipler kopmuştu artık. Nursen’i seyretmeliydiniz. O sakin yüz ifadesiyle öyle güzel, öyle yavaş yavaş anlatıyordu ki, görmeliydiniz. Belki de bizim krize girmemize sebep olan, o sakinliğin karşısındaki Nezihe’nin durumuydu. Ciddi olmayı beceremeyip de, böyle bir krize girmeyeli epey olmuştu. Çocukluk günlerimi hatırladım sayenizde, sağ olun var olun arkadaşlarım. Neyse dönelim çay seremonimize. Tatlılarımızı gösterilen şekliyle aldık, koyduk peçetelerimizin üstüne ve ufaktan yemeğe başladık. Tüm Japon hanımlar sanki koltukta oturuyormuşçasına dizlerinin üzerinde çok rahat oturuyorlar, rahatlıkla sağa sola dönüyorlardı. Çaylarımızı hazırlayan hanım saatlerce oturdu ve aynı işlemleri tekrar tekrar yaptı. Helal olsun… Sıra geldi çaylara. Çay deyince bizdeki aklınıza gelen her şeyi unutun. Yeşil çay ezilip un ufak edilmiş, suyla karıştırıp kâselerle içiliyor. Ama işlem saatler sürüyor. Eğer vaktiniz yoksa aşağıda yazacağım yapılış hikâyesini atlayabilirsiniz. İçi su dolu büyük yuvarlak kabın (temsili ocak) başına oturup önüne de boş bir kase koyuyor. Her şey ağır çekimde. Önce temizlik işlemleri yapılıyor. Elindeki turuncu mendil (kumaş) ile malzemeler siliniyor. Bu arada mendil katlama da bir sanat Japonya’da. Her objeyi sildikten sonra mendili açıp tekrar katlıyor. Karıştırmada kullanacağı fırçasını da suyla temizliyor. Kabın içindeki uzun saplı cezve benzeri malzemeyle su alıp, önündeki kaba yavaş yavaş cezveyi yukarıya kaldırarak boşaltıyor. Daha sonra cezveyi büyük kabın üstüne, sapı kendine bakacak şekilde yavaşça bırakıyor. Sonra suyu koyduğu kâseyi eline alıp sağa sola çeviriyor (galiba çalkalama). Kâsedeki suyu solundaki başka bir kaba aktarıyor. Aynı işlemi tekrar yapıyor. İki kez çalkaladığı kâseye 2 çay kaşığı (tahta çubukla yaptı) kadar yeşil çay ekliyor. Sonra cezveyle su alıp, çay koyduğu kâseye iki kademede yukarı kaldırarak su koyuyor ama tamamını boşaltmayıp kalanını geri döküyor. Sıra geldi çayla suyu karıştırmaya. Erkeklerin tıraş yaparken kullandıkları köpürtme fırçaları vardır ya aynı ebat aynı tip ama fırça yerine telleri olan bir karıştırıcı. Onunla hızlı hızlı karıştırdı. Daha sonra fincanı elinde çevirip (sanırım bir işaret aradı) ikram etti. Sadece bu yazdıklarım 5 dakika sürdü. Çay hazır olunca tatlını yiyorsun, daha sonra da çayını içiyorsun. İlk kurban Nursen’den sonra sıra bana geldi. Kâseyi koydular önüme. 3 defa sola çeviriyorum daha sonra içiyorum. Yudum yudum kafaya dikiyorsun ama kâseyi elinde tutuş şeklin de önemli. İki elinle tuttuğun kâseyi “şerefe” ya da “teşekkür” eder gibi kaldırıp içiyorsun. Zar zor (acı yok, bitti bitecek) bitirebildim yeşil çayı. Bir an önce kurtulayım diye önüme koydum ama olmadı. Kâseyi 3 defa sola çevirmiştik ya bu sefer ters yöne çevirmek gerekiyormuş. Bir de içtiğin yeri elinle silmen gerekiyor. Sonradan anladım meğer kâselerde bir işaret varmış, ne bileyim. Sağa çevir, sola çevir kimseye beğendirememiştim. İkinci grup içerken videoya çekmiştim, onlara fazla karışmamışlar. Kıskandım valla, kimi sağa kimi sola döndürüp durmuş. Ama bizden daha ciddilerdi. Araştırırken öğrendiklerimden, çay seremonisi ve çiçek düzenleme sanatı olan “ikebana”nın kültürel adetlerin, basit becerilerin ötesine geçerek geleneksel değerler olan “wabi” (sade dinginlik) ve “sabi” (geçmişten gelen zarafet ve sakinlik) değerlerini aramanın ruhani yollarını temsil ettiği yazılıydı. Çok şükür bitti çay faslımız ben de ayağa kalkabildim. Her iki grubun da çay fasılları bittikten sonra evi dolaşmaya başladık. Ev içinde hiç klasik açılıp kapanır kapı göremedim. Sürgülü hafif ve şeffaf malzemeler kullanılmış. Deprem için olabilir diye düşünüyorum. Eski zamanlarda kullanılan malzemeler, müzik aletleri (çok değişikti) ve biblolardan başka bir şey yoktu. Karşılıklı teşekkürler edildi ve hediyeler sunuldu (Nezihe hazırlıklı gelmişti). Son grup fotoğraflarımızı da çektirdikten sonra bizi araçlarıyla aldıkları yere tekrar bıraktılar sağ olsunlar. Osaka’ya geri dönüyoruz ve soluğu Onsen Kaplıcalarında alıyoruz. Bu gün Osaka’daki son günümüz. Gece otobüsü ile Tokyo’ya döneceğiz. Japonya’ya gelip de yapmadan dönmeyin dedikleri bir eylemi gerçekleştirmek üzere, klasik Japon hamamının ve dünyanın farklı bölgelerinin geleneklerini yaşayabileceğimiz Onsen’e geldik. Japonya anılarımı yazarken daha başından uyarı almıştım; “hamam kısmını geç, yazma” diye. Bizim ne yaptığımızı değil de genel kısa bir bilgi eklemek istiyorum. Onsen; kelime anlamıyla sıcak su kaplıcası demekmiş. Bir bölgede yerin altı ne kadar hareketliyse o bölgelerde volkanik sıcak sular elbette çok oluyor. Bizim memlekette olduğu gibi. Japonya bizden misli fazla sallandığı için ülkenin her yerinde Onsen mevcutmuş. Mineral yönünden çok zengin olan bu suları herkes çok seviyor. Özellikle dağlık bölgelerde birçok onsen otelleri mevcutmuş. Hakone’ye giderken epeyce görmüştük. Nezihe anlatmıştı; Japonlar sokaktaki temizliklerini evlerinde çok fazla uygulamıyorlarmış. Daha evvel geldiğinde misafir olduğu aileden biliyor. Her akşam, herkes duşunu alıp, sıcak su dolu küvete girerlermiş. Sonra tüm aile sırayla aynı suda yıkanırmış ya da aynı su dolu küvete girip çıkarlarmış. Nezihe misafir olduğu için onun önceliği varmış. Çok enteresan bir gelenek. Pürü pak şekilde hamamdan çıkıyoruz. Hedefimiz otelden eşyalarımızı alarak 22.30’daki Tokyo otobüsüne binmek üzere terminale ulaşmak. Hamamdan biraz geç çıktık. Ardından da yanlış trene binince yolumuz uzadıkça uzadı. Sıcak suların rehavetiyle olsa gerek yanlış yöne gitmişiz. Allahtan Figen duruma uyandı da geri dönebildik. Yetişmek için biraz topuklamak zorunda kalmıştık. Yemek yiyemedik ama kalkışa 10 dakika kala duraktaydık. İki katlı otobüsün alt katında seyahatimiz başladı. Korsemi taktım, yastığım yanımda, cam kenarındaki yerime yerleştim. Emniyet kemerlerimizi de taktık (anonslarla ikazlar yapıldı). Hem yorgunum hem de hamamın rehaveti üzerime çökmüş durumda birazdan uykuya geçeceğim ya da çoktan geçtim. Sabah 7.00 de Tokyo’ya varmış olacağız. Bu bölüme ait Japon Atasözü: Bir insanın içinde çay yoksa o insan gerçeği ve güzelliği anlamaktan acizdir.

    03 Nisan 2013 - TOKYO

    Gece yolda verilen ilk molayı kaçırdım. Daha doğrusu kalkmak istemedim. Derin uykudayken Nezihe’nin “Haydi kızlar inmiyor musunuz?” dediğini duyduysam da uyumaya devam ettim. İki katlı otobüsten onlarca insan iniyor, kimsenin sesini duymayıp sadece Nezihe’nin sesini duymam da ilginç. Muhtemelen tüm yolcular duymuştur. Adamlar o kadar yavaş konuşuyorlar ki, hele anonsları tam uyku getiren cinsten. Kapılar açılınca yağmurun sesi ve serinliği otobüsü kaplıyor. Oh mis. Molanın bitişini, otobüsün tekrar hareket edişini hatırlamıyorum ama otobüsün içindeki yemek kokusunu hatırlıyorum. Sabah 5.30’da uykumu almış olarak uyandığımda, son molaya hazırdım artık. Tekerlekler durur durmaz, dışarı attım kendimi. Gece başlayan yağmur hızını arttırmış vaziyette hala devam ediyordu. Dışarısı açık hava duşu gibiydi. Kendimizi kapalı alana atana kadar epeyce uzun atlayışlar gerçekleştirdik. Gezi boyunca ilgisini ve şefkatini esirgemeyen sevgili arkadaşım Sevcan’ın önerisiyle sıcak su ile yemek haline gelen hazır çorbalardan aldım. İlk molada kendisi aynısından yediği için bana da önermişti sağ olsun. Bardakta sıcak çorba hazırlatıp koştura koştura otobüse geldik. Çok tuzluydu nodullu (makarnalı) çorbam ama çok acıktığım için iyi gelmişti. Bu sefer de otobüse yemek kokuları yayan ben olmuştum. Karnım doymuştu, uykumu da almıştım. Biraz etrafı seyretmek istedim ama nafile. Perdeler açılmıyor, içeriye tek ışık bile girmiyor. Otobüste, yolcularla şoför arasında bile bir perde var. Sanırsın uçak. Perdeler sıkı sıkı kapalı. Aklıma geldi, eskiden bizim otobüslere de yazarlardı ya “Lütfen şoförle konuşmayınız” diye. Aslında o uyarıların altına “küs müyüz yoksa?” diye yazmalıymışız. Uzatmadan yolculuğumuza döneyim. Yolculuk süresince molalar ve duraklar için anonslar yaptılar. Uzun uzun Japonca anonsların ardından bir cümle de İngilizce. Süperler. İnsan merak ediyor; “Daha evvel anlattıklarınız neydi” diye. Vaat edilen saatte tam 7’de Tokyo’ya vardık. Valizlerimizi alarak çok yakın olan otelimize doğru yola çıktık. Sağanak yağmur Osaka’dan beri peşimizi bırakmamıştı. Üstelik daha da hızlanmış vaziyette devam ediyordu. 2 adımda sırılsıklam olmuştuk. Başkentteydik. Üstelik ben buraya Tokyo dediğimi zannederek ha bire Toyota diyordum. Osaka’ya Kansai demem gibi. Hiç olmazsa Kansai bölgenin adıydı, Toyota ne alaka? Burası yani Tokyo’nun bulunduğu alan ve çevresinde bulunan şehirlerle birlikte, 30 milyondan fazla nüfusuyla dünyanın en büyük metropolit alanını oluşturuyormuş. Şimdi yağmurdan kafamızı kaldıramıyoruz ama ilerleyen zamanlarda bizler de şanına yakışır büyüklüğe tanık olacağız. Bir iki adres sormamızın ardından 4 dakika mesafedeki Toyoka-inn.com otelimize vardığımızda sabah 8.30 olmuştu. 4 dakikalık yol ama bilene. İlerleyen günlerde biz bunu 3 dakikaya indirerek ilk günün acısını çıkartıyoruz. İki yıldızlı olan otelimiz Osaka’dakinden daha yakındı metroya. Bugün girişimiz vardı ancak çok erken olduğu için 16.00’yı beklememiz gerekiyordu. Madem öyle, bari sudan çıkmış ördek görüntümüzden kurtulalım. Lobide valizler açıldı, kurular çıkartıldı. Tokyo’daki otelimiz biraz daha pahalıydı. Başkent farkı belki de. Kişi başı 17.800 Yen ödeyerek toplamda 160.200 yen ödemiş olduk. Otelde kahvaltı vardı ancak bugün akşam girişimiz olduğu için normalde hakkımız yoktu. Son gün de uçağa yetişmek için çok erken otelden ayrılacağımızdan, Nezihe gün değişikliği pazarlığını yaptı ve biz ilk defa Japon kahvaltısı yapmış olduk. Daha öncekiler sandviç-kahve şeklindeydi. Kahvaltı saatinin bitimine yarım saat kala biz de yemeğe başladık. Pirinç demedik, tuzlu demedik her şeyin tadına bakıp yedik, ikinciyi bile aldık. Üçüncüyü alanlar oldu mu bilmem. Yağmurun durmasını umarak ve bekleyerek çay-kahve eşliğinde epeyce sohbet ettik. Nisan yağmurunun duracağı yok. Giyindik kuşandık şehri yağmur altında dolaşmak için otelden çıktık. 1603’den beri Japonya’nın siyasi merkezi olan Tokyo, hem ülkenin başkenti, hem de ekonomi ve bilişimin merkezi. Tokyo’da dolaştığımızda kendimi büyük ekranda joystick ile sanal dolaştığım hissine katıldığım zamanlar çok oldu. Yağmurdan dolayı rehberimiz programı değiştirmişti. Bu yüzden, Tokyo’nun mutlaka gidilen noktalarından birisi olan “Asakusa Tapınağı” ilk ziyaret noktamızdı. Yakındaki metrodan biletlerimizi alıp Asakusa yakınlarında bir yerlerde indik ve yağmur altında yürüyerek Tokyo’nun en eski mahallelerinden biri olan aynı zamanda ikinci dünya savaşından sonra önemini yitiren bölgeye doğru yürüdük. Kafayı kaldıramıyoruz hala, yağmur deli gibi. Asakusa ile ilgili bilgi ararken “Tokyo’nun eki zamanlarda nasıl göründüğünü merak ediyorsanız Asakusa’ya gelmelisiniz” diye yazıyordu. İkinci dünya savaşından önce pek çok eğlence yeri ve kabuki tiyatrolarının olduğu bölgeymiş burası. Ne yazık ki bombardımanda bunların çoğu kül olmuş gitmiş. Şehir yeniden yapılanmış ama eskisi gibi olmamış tabi. Önemi de azalmış. Ünlü Nakamise caddesinden dolayı da çok ziyaret alan bir bölgeymiş. Asakusa’nın simgesi olan Kaminarimon Kapısı’ndan girdik. Bu kapının yaşı 1000’den de fazlaymış. Kaminari kapısından girdik ama şemsiyeler arasında kaldık. Çaresiz ilerledik. Sağlı sollu hediyelik eşya satan dükkânların arasından (Nakamise Caddesi) tapınağa doğru yürüdük ama dolaşmak ne mümkün. Hiçbir dükkâna bakamadık maalesef. Sırf yağmurdan kurtulmak için tapınağa sığındık. Sığındığımız meşhur tapınak bir Budist tapınağı olan Sensoji Tapınağı’ymış. Tütsüler yaktık, fotoğraflar çekebildik (iç mekân olduğu için). Yüzyıllardır aynı tip dükkânlar bulunuyormuş. Bizim kısmetimize burayı hep sulu görmek varmış ki son gün uğradığımızda yine yağmur yağacaktı. Gördüğüm yerlerin fotoğraflarını çekemedim çünkü her şey ıslaktı. Tabanları yağlayarak metroya ulaştık. Bundan sonraki istikametimiz elektronik eşyaların satıldığı Akihabara ve ünlü Yodobashi Mağazası. Akihbara bölgesi aynı zamanda dünyanın en büyük elektronik üreticisinin ve satıcısının bulunduğu merkez. Yani elektronik market desek haksızlık etmiş oluruz. Burası benden ziyade eşim Hakan’ın yeri aslında ya, gelseydi keşke. Burası için 1,5 saatlik bir serbest zaman verildi. Benim için yeterli ancak elektronik malzemelerden anlayan ve haz eden insanlar için çok az bir zaman. Yodobashi denen yer tam hatırlamıyorum ama 6-7 katlı kocaman bir apartman. İçinde ne ararsan var. Hızlıca tüm katları dolaştım, ufak tefek bir iki bir şey aldım ama hiçbiri elektronik değildi J. Belirli bir şey aramadığım için hepsine hızlıca bakıp çıkıyordum. Üçüncü binaya girmek üzereyken, kapıdaki bir yazı dikkatimi çekti. “18 yaşından küçükler giremez” diye. “Niye ki?” deyip daldım içeri. Ne bileyim! Plastiğinden elektriklisine kadar, söze yazıya dökülemeyecek ne kadar malzeme varsa bu dükkândaymış meğer. İlk giriş katında plastikten olan oyuncaklardan kaş-göz (daha ne yazayım) muzipçe hatta zıpırca görünebilir ama ikinci kattan sonra üçüncüye çıkamadım. Varın altıncı katı siz düşünün. Bu arada içeridekilerin yaşı 18’den büyükse ben 100 yaşındayım herhalde. Akihbara turumuzun sonunda buluştuğumuzda yukarıda yazdığım mekânı anlatınca görmek isteyenler hatta göremediklerine yananlar çok oldu ama kısmet işte. “İnsanın kısmetinde yoksa dayak bile yemezmiş” (bu söz, Sevcan Orbay’a aittir). Neyse, toplandığımızda eldeki paketlerden kimlerin zengin oldukları anlaşıldı. Şaka bir yana fotoğraf makineleri falan daha ucuzmuş. Paketler büyük olduğu için fazla dolaşamadan otele döndük. Zaten giriş yapma saatimiz de gelmişti. Otel paralarımızı ödeyip odamıza geçtik. Minicik odalar ama her şeyimiz vardı. Kasa, su ısıtıcısı, buzdolabı, saç kurutma, klima, gece lambası vs. Odaya yerleşmenin ardından güzel bir duş ve tekrar dışarı çıktık. Akşam 18.00’de otelden çıktığımızda nihayet yağmur durmuş hava da biraz serinlemişti. 35 milyonluk nüfusuyla dünyanın en büyük metropol şehri Tokyo’nun merkezine gittik. Burası aynı zamanda dünyanın en pahalı şehriymiş. Arabalar, insanlar, ışıklar, renkler ve seslerle çok dinamik bir şehir burası. Büyük gökdelenlerde (burada büyük demem yersiz oldu ama neyse) koydukları ekranları size ölçü olarak vermem güç. “Dev Ekran” diyemiyorum çünkü manasız. İnsanları seyrediyoruz, renkli saçlar, aksesuarlar ve kıyafetleriyle. Arabaları seyrediyoruz, sanki fabrikadan daha bugün çıkmış gibi gıcır gıcır. Yukarılara bakıyoruz, her şey çok göz alıcı. Müzik her taraftan farklı ritimlerle geliyor. Bir binanın ikinci katından caddeyi seyrediyoruz. Yolu, kaldırımı, karşıdan karşıya geçen gurubu ağzımız bir karış bu kalabalık karşısında. Bir ışık süresince karşılıklı olarak karşıdan karşıya geçenleri toplasan savaş sahnelerinden birine bile kullanabilirsin. O kadar kalabalık. Her bir tarafta en az 100 kişinin olduğu iki büyük grup karşılıklı toplanıyorlar ve daha sonra hiçbiri diğerinin yolunu işgal etmeden, çarpışmadan karşıya geçiyorlar. Ne bağıran çağıran var ne de korna çalan. Yan yollar hariç her bir taraftaki yolda 5 şerit bulunuyor. Bir o kadar da karşı yönde. Varın siz düşünün yaya yolunun uzunluğunu ve üzerinden geçen kalabalığı. Saat de akşam 20.30 bu arada. Devamında yürüyerek bir pastanede mola verip ayaküstü sakuralı tatlılarımızı yedik ve Shibuya istasyonuna gittik. Neden gittiğimizi bilmiyordum gerçekten de. Bir yere gitmek yoldan çok daha fazlası olur ya işte ben de ne zaman bir yerlere gitsem, değişik bir yer görsem, duysam hep ne kadar az şey bildiğimi anlıyorum. Bu yüzden her yolculuktan çok kazanımlarla döndüğümü düşünürüm. Valizlere sığamayacak güzel bilgiler ve hikâyelerle dönmek benim kendime aldığım en güzel hediyeler oluyor. Artık kimseye bir şey almıyorum, arzu edenlere bildiklerimi ve öğrendiklerimi paylaşıyorum. Yeri gelmişken, bunu da araya sıkıştırmam iyi oldu. Japonya’da aklımda kalan en güzel şeylerden biri olan Hachi’nin heykelini gördük. Wiki’de çok detaylı anlatıyor. Linki: http://tr.wikipedia.org/wiki/Hachik%C5%8D Fotoğraf çektirenler, heykeli okşayanlarla Hachi’nin etrafı epey kalabalıktı. Metroyla giderken yarım yamalak duymuştum arkadaşlardan “işte sadık bir köpek, filmi de var, çok güzel vs…” . “Neden?” Döner dönmez araştırmıştım. Gerçekten de heykeli dikilecek kadar var. Film indirme uzmanı sevgili eşim anında hem Japon, hem de Amerikan versiyonunu indirdi. Her ikisini de salya sümük ağlayarak seyrettik. Seyretmemiş olanlara tavsiyem; Richard Gere’in oynadığı Hachiko’yu seyretmeleri. Muhteşem… 21.00 gibi oteldeydik. Otelden e-postalarıma baktım, birkaç cevap yazıp odaya geçtim. Gece 12.15’te telefon randevum var. Bu yüzden erken uyumayıp notlarımı yazacağım. Akşam 6’da okuldan çıkan güzel yürekli yeğenimi aramak için sözüm var. Sesini duymak bana da iyi gelecek çünkü çok özledim. Japon Atasözü: Pirincin içindeki siyah taşlardan korkma beyaz olanlardan kork.

    04 Nisan 2013 – Perşembe – TOKYO – (Fuji’yi uzaktan ilk görüşümüz)

    Sabah kahvaltı için aşağı iniyoruz. “Good morning” ve “Ohayoo gozaimasu, İrassaymase, Onegayşimas, Arigoto gozaymas” hafif öne eğilerek selamlaşıyoruz (günaydın, hoş geldiniz, buyurun, lütfen, yine bekleriz, teşekkürler). Bugün sabahtan akşama kadar Tokyo kazan biz kepçe dolaşacağız. Tokyo Kulesi, Meiji tapınağı, İmparatorluk Sarayı ve akşamına da Ueno Park. Japonya’daki günlerimin sonuna doğru epeyce tembelleşmişim. Zaman, mekân notu hak getire. Allahtan fotoğraflar var. İlk durağımız Fuji Dağı’nı uzaktan görebileceğimiz Tokyo Hükümet Binası (Tokyo Metropolitan Government Building). Aslında Tokyo Kulesi’nden seyredecektik ancak Nezihe, daha sakin ve girişi ücretsiz olduğu için buraya getirdi bizi sağ olsun. İyi ki de buraya gelmişiz. Seyir alanının olduğu bölüm gayet sakindi. Hava açık olduğu için 3776 mt.lik yüksekliğiyle Japonya’nın en yüksek dağı olan Fuji’yi doya doya seyredebildik. Hediyelik eşya ve kafelerin bulunduğu panaromik seyir terası 45. katta bulunuyordu. Hafta içi 23.00’e kadar açıkmış. Saat 10.00’da başladığımız panaromik gezimizi yarım saatte tamamlayarak, Shinjuku istasyonuna geri dönüyoruz. Shinjuku’dan girip, Harajuku’dan çıkıyoruz. Saat; 11.00. İkinci durağımız araç trafiğine kapalı olan, bin bir çeşit değişik objelerin (oyuncak, kıyafet, aksesuar vs.) satıldığı Takeshita Sokağı. Daha çok Japon gençlerinin uğrak yeriymiş. Butikler, mağazalar, lokantalar, galeriler ve daha neler neler. Kafayı ne tarafa çevirseniz kilitleniyorsunuz. Farklı giyim tarzlarıyla sokağı renklendiren gençlere bayıldım. Çılgın, çatlak tipler. Birkaç parça küçük sevimli oyuncak alabildim yeğenlere. En çok da böğüren horozu beğendik. Kalabalık mekânda 1 saat kadar vakit geçirdikten sonra toplanıp, Harajuku’dan ayrıldık. Ama Figen’i unutmuşuz. Yürüyerek Yoyogi Parkı’na gittik. Parkın girişinde Nazan’ın uyarmasıyla fark ettik. Neyse ki yakın mesafe Nezihe geri döndü, kısa sürede toparlandık. Figen kaybolmazdı zaten. Tek başına her yeri dolaşır verilen adresi de bulur. Yoyogi Parkı da tıpkı Ueno gibi Japonların sosyal zamanlarını geçirdiği oldukça büyük bir park. Koşanlar, bisiklete binenler, piknik yapanlar ve eğlenmek isteyenlerin uğrak yeri. Ama bizim geliş sebebimiz parkın içinde bulunan Meiji adındaki Şinto Tapınağı. Ziyaret sonrası keyfini süreceğiz. Şinto ile ilgili wiki’den bilgi; Şinto kelimesi iki kanjinin birleştirilmesinden oluşturulmuştur: şin (yani "tanrılar" veya "ruhlar") ve tō (yani "yol"). Böylece, Şinto genellikle "Tanrıların Yolu" olarak çevrilmiştir. Şinto veya Şintoizm Japonya’nın yerli, Japonların milli dinidir. Dünyanın en eski dinlerinden olan Şinto, eskiden Japonya’nın resmi diniymiş. II. Dünya savaşından sonra resmi din unvanını kaybetmiş. Şimdilerde Budizm daha yaygındır. Tapınakların hangisinin Şinto hangisinin Budist olduğunu ayırmanın en kolay yolu; eğer Budha’nın heykeli yoksa Şinto’dur. Devasa ağaçların sağlı sollu dizildiği yoldan daldık cennet mekâna. Biraz yürüdükten sonra, sağ tarafımızda tablo halinde dizilmiş olan beyaz fıçıları görüyoruz. Bu fıçılar Japonların yerli içkisi olan ünlü Sake’lerin fıçılarıymış. Meiji’lerin anısını yaşatıyorlarmış. Nezihe’nin anlatımıyla; Pirinç en önemli besin kaynağı, tıpkı bizdeki buğday gibi. Dolayısıyla da sake kutsal bir içki. Sadece pirinçten değil patatesten de yapılıyormuş ama en çok pirinçten. Kadınlar osake, erkekler ise sake diyorlarmış. Onların tam karşısında ise Fransa’dan Meiji’ye hediye olarak gönderilen şarapların fıçıları vardı. Daha koyu renkli olanlar. Yolumuz uzun hala tapınağa varmadık, yürüyoruz. Diğer tapınaklarda olduğu gibi burada da önce arınma çeşmesi bulunuyor. Biz ritüeli tam yapamasak da hem arınıp, hem de çeşmenin suyunu bir güzel içiyorduk. Arınmanın ardından merdivenler ve bir kapı daha. Merdivenlerin sağında ve solunda büyükçe birer ağaç bulunuyor. O kadar güzel budanmış ki neredeyse her ikisi de aynı büyüklükte ve yuvarlak. Uzaktan bakıldığında; kısa bir gövde ve onun üç katı yükseklikte yapraklar, dallar. Sağ taraftaki ağacın etrafında klasik dua telleri, dilek tahtaları vs. Tapınağın içine girmedim, daha çok dışarıdan fotoğrafını çektim. Etrafı seyrettim. Şimdi yazarken düşündüm, acaba kapalıydı da ondan mı girememiştik bilemiyorum. Yoksa sadece ben mi girmedim, onu da bilmiyorum. Tapınağın yapımına 1915 yılında başlanmış, 6 yıl sonra yani 1921’de tamamlanmış. Deprem olduğunda insanlar Meiji’ye gelip dua ederlermiş. Yine internette bilgi ararken şöyle bir cümleye de rastladım. “İlginç bir tesadüfe göre Japonya’da tapınaklar genelde fay hattı olmayan yerlere kurulmuşlar.” Enteresan! Meiji Tapınağı; Japonya’da feodal sisteme son veren İmparator Meiji ve eşi İmparatoriçe Şoken’e adanmış bir mabetmiş. Burada yıl boyunca çeşitli festivaller ve etkinlikler düzenlenirmiş. Evlenen çiftler için de en ideal yerlerden birisiymiş. Bizim ziyaretimiz sırasında bir gelinin fotoğraf çekimi yapılıyordu. Biz de gelini epey seyrettik. Klasik beyaz gelinlik olarak düşünmeyin, daha çok kimono benzeri bir kostüm giymişti. Tokyo’nun en büyük tapınağındaki ziyaretimizi tamamlayıp parkı turlamaya başladık. Japonya’da herkes bisiklet kullanıyor. Bisikletin arkasına çocuklarını oturtuyorlar. Ayrıca bisikletlerinde alışveriş selesi de var. Bazı bisikletler iki çocuklarının da oturacağı şekilde ayarlanmış. Kimi resim yapıyor, kimi çiçeklerle ilgileniyor. Gençler gruplar halinde toplanmış oturmada, bir şeyler atıştırıyorlar. Çocuklar çimlerin üstünde değişik oyunlar oynuyor, aileleri örtülerini yaymış piknik yapıyorlar. Ortada çer yok çöp yok. Büyük çöp varilleri var, üstelik de ayrıştırmalı olanından. İmreniyorum adamlara ya. Güller, laleler, menekşeler ve daha neler neler. Kargalar bile çok mutlu, ürkmeden korkmadan dolaşıyorlardı. Sakuraların son demleriydi bu yüzden Tokyo’lular keyfini sürmek için hiç vakit kaybetmiyorlardı anlaşılan. Daha çok dolaşacak yerimiz vardı, az biraz dinlenmek iyi fikirdi. Biz de bir ağaç gövdesini mesken tuttuk, oturduk. Yerler sakuralardan dolayı pembe-beyaz halı serilmiş gibiydi. Hem bundan güzel mekân mı olur, sağ ol Nezihe. Parkın içine bir de göl yapmışlardı. Yani bana öğle geldi, suni bir göl gibiydi. Yollara değişik figürler çizilmişti. Ağaç dalları, yapraklar, çeşitli hayvanlar çizgi film karakterleri şeklinde çok sempatikti. Neyse, dönelim Tokyo’ya. Aynı yoldan dönüşe geçip Harajuku istasyonuna vardık. Bundan sonraki durağımız “Tokyo Tower” ve civarı. Metrodan çıktık ve yürüyerek Tokyo Kulesi’nin hemen yanı başındaki Zozoji Tapınağı’na gittik. Zozoji Tapınağı, 1393 yılında inşa edilmiş, 1598’de bu günkü yerine taşınmış. Budist Jado mezhebinin ana tapınağıymış. Yine merdivenler ve görkemli tapınağa girdik. Epey yenilik görmüş anlaşılan. Biraz da Tokyo kulesinin yakınında olmasından dolayı olsa gerek çok turistikti. Merdivenlerden önce, üzeri kuru gül yapraklarıyla (kuru tütsüler) kaplı ayaklı yuvarlak çanaktan tütsüler etrafa hoş kokular yayıyordu. Figen ayin yapılacağını öğrenmiş, bize de haber verdi. Kısa bir süreliğine olsa da ayini izledik. Tapınağın bahçesi çok şenlikliydi, tıpkı diğer tapınaklar gibi. Açık Pazar şeklinde tezgâhlar açılmış, ocaklar yanar vaziyette müşterilerini bekliyordu. Bizim adana-urfa kebapları gibi şişlere dizilmiş kebap pişiren, birçok gıdada kullandıkları yosunları tartan, değişik otları (çay) kavurup satan vs. Değişik ebatta böcekler kurutulmuş paketlenmiş olarak alıcılarını bekliyordu. Balık çeşitlerini ki saymakla bitmez. Aslında denizde ne varsa yosunu büyük balığından en küçüğüne hatta böceğine kadar her şey değerlendiriliyordu. Tapınağın hemen yanında duvar boyunca iki sıra halinde, (bazı yerlerde 3) kademeli olarak dizilen betondan büstler. Kafalarına el örgüsü kırmızı renkte bereler ve yakalarına takılmış kırmızı renkli kumaşlar olan büstleri görüyoruz. Her birinin arasında saksıda rengârenk çiçekler, önlerinde de rüzgârgülleri. Sonradan çocuk mezarlığı olduğunu öğreniyoruz. Mezarın önüne gelip hüzünlenenler, dua edenler ve fotoğraf çektirenlerle çok iç acıtan bir mekândı. Çocuk mezarlarını sağımıza alarak çıktık ve ağaçların arasından yürüyerek devam ettik. Birazdan kırmızı rengiyle ağaçların arasından bize bakacaktı Tokyo Kulesi. 1958 yılında yani savaştan sonra yapılmış. Japonya’nın ekonomik gelişimini de temsil ettiği yazılanlar arasında. Radyo ve televizyonların da alıcı olarak kullandıkları bu kule, şimdilerde turistlerin gözde mekânı olmuş. Tokyo’yu kuş bakışı görmek için; 250 m yükseklikteki özel gözlem bölümü ya da havanın açık olduğu günlerde 150 metreden etrafı seyretmek yeterli olabiliyormuş. Ayrıca kulenin zemin katlarında; bir akvaryum, bal mumu müzesi ve çeşitli etkinlikler bulunuyormuş. Her gün 09.00-22.00 arası açıkmış. Biz sabahtan kuş bakışı gözlemimizi yaptığımız için buraya girmedik. Zaten epey kuyruk vardı önünde. Yine internetten okuduklarımdan eklemek isterim. Tokyo Kulesi, Paris Eifel kulesini model alarak inşa edilmiş ancak ondan çok daha uzun ve dünyanın en uzun kendi kendine ayakta durabilen çelik kulesiymiş. Dünyanın ve dolayısıyla da Tokyo’nun en yüksek kulesi, 634 metre yüksekliğiyle Sky Tree’dir. Dünyanın en yüksek kulesi olarak Guinness Rekorlar Kitabı’na giren Sky Tree, bu ünvanı Çin’deki Canton kulesinden devralmış. Canton Kulesi, 600 metre. Bu arada Tokyo Kulesi; 333 metre. Kulenin dibinde çeşitli etkinlikler vardı. Bunlardan biri de maymun oynatıcısının gösterisiydi. Maymun ve sahibi etraftaki çocukları çok eğlendirdi. Tokyo kulesinin ayaklarına bağlanmış balık şeklindeki renkli balonlar görsel şölendi. Tokyo ana istasyona döndük. Görülmeye değer bir mekân. İstasyondan daha çok müze gibiydi. Özellikle sonradan eklenen yuvarlak yüksek tavanlı salon şaheserdi. Tokyo Marunoichi Binası, (istasyonun içindeki bilgiye göre) önemli bir kültür varlığı olan bu binanın ve içindeki yolcularının deprem anında güvenliği ve korunması amaçlı sismik izolasyon (?) yapılmıştır. Eğer bir deprem meydana gelirse, tüm bina yaklaşık 30 cm sağa sola sallanabilirmiş. Bu istasyon, İmparatorluk Sarayı ve yakındaki Ginza ticari bölgesine yakın olduğundan ve tabii ki ihtiyaçtan 1914 yılında açılmış. Bir günde, 3 binden fazla tren sayısıyla Tokyo’nun en işlek istasyonu. Daha doğrusu şehirlerarası demiryolu ana terminali. Yolcu hacmi bakımından Japonya’da beşinciymiş. Marunouchi Binası aynı zamanda Tokyo’nun sembollerinden sayılıyormuş. 2. Dünya savaşında çatısı da dahil olmak üzere epey tahrip olmuş ancak bugünkü haline 2007 yılında başlatılan bir proje ile ulaşılmış. Bu projede binanın dış duvarlarını orijinali haline getirmek, fonksiyonlarının genişletmek ve büyük deprem için hazırlamak vardı. İstasyonun hemen yanında aynı mimari özellikte bir de otel bulunmaktadır. Otelin ve istasyonun önünde de oldukça lüks taksiler diziliydi. İstasyonun çıkışında yine gökdelenler, kuleler. Kafalar sürekli yukarıda. İstasyonun binası oldukça eski ama yeni binalarla yan yana asla tezat oluşturmuyordu. Burası için “Japonya’nın kalbi” deniliyor. Sadece binalar pardon gökdelenler mi? Her şey büyük bir titizlikle hesaplanmış, yapılmış. Toprak (kara parçası) az nüfus çok. Büyüme de göklere doğru olacak tabii. Ona rağmen çok güzel parkları var ve hala koruyup kolluyorlar ya helal olsun. Daha ne diyeyim. İstasyondan sonra gideceğimiz yer, 10 dakikalık yürüyüş mesafesindeki İmparatorluk Sarayı. Wiki’den bilgi: Tokyo İmparatorluk Sarayı Japonya İmparatoru'nun resmi evidir. Saray, Edo Kalesi'nin yanındadır. İmparatorluk Sarayı, Tokyo İstasyonu'na yakın olan Chiyoda'da bulunmaktadır. Ana saray ve saray kompleksinin içinde birçok bina yer almaktadır. Aynı zamanda İmparatorluk Ailesi için özel evler ve İmparatorluk Saray Ajansı'nın ofisleri de burada bulunmaktadır. Toplam alan 3.41 kilometre karedir. (Teşekkürler wiki). Maximiles /seyahat sitesinden bulduğum bilgilere göre; Bölgede bulunan üç derenin yolları değiştirilerek sarayı koruyacak hendekler oluşturulmuş ve saray, duvarlar ile çevrelenmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nda ağır hasar gören yapıt, daha sonra orijinaline sadık kalınarak yeniden inşa edilmiştir. Yeni yıl kutlamaları yapılan 2 Ocak ve İmparatorun doğum günü olan 23 Aralık günleri haricinde ziyaretçilerin sarayın iç bölgelerine girmelerine izin verilmez. Bu iki özel günde saray üyeleri balkonlardan halkı selamlar. Yılın geri kalan zamanlarında, saray bahçelerini ziyaret edebilirsiniz. Sarayın Doğu Bahçeleri Pazartesi, Cuma ve bazı önemli günler haricinde 09.00-16.00 saatleri arasında (Kasım-Şubat, 09.00-15.30) her gün açıktır. Sarayın önündeki büyük alana (Kokyo Gaien) ulaştığınızda, seyredilesi bir manzara ile karşılaşacaksınız: ziyaretçileri sarayın iç bölgelerine ulaştıran, taş süslemeli Meganebaşi ve Nijubaşi köprüleri; etrafındaki ağaçların yemyeşilliği ve tüm bu görüntülerin altlarından geçen sulara ahenkle yansımasıyla, unutulmaz bir görüntü vadediyor. (Teşekkürler Maximiles) Geniş caddeden yürüyoruz, nehir sağımızda. Meci imparator sarayının kapısına kadar gittik. Yürüyerek İmparatorluk Sarayı’na doğru yürüdük. Ancak kapısını ve uzaktan bahçesini görebildik. Tıpkı Osaka Kalesi gibi bunun da yüksekçe surlar ve sularla çevriliydi. Sarayın giriş kapısı, nehrin üzerindeki köprüden hemen sonra. Kapıda iki asker nöbet tutuyor. Biz ancak uzaktan görebildik. Hatta bahçenin içindeki yapılar o kadar alçak ki hiç biri ağaçlardan daha yüksek değildi. Sadece aralardan çatıları görünüyordu. Biz de köprü arkamızda kalacak şekilde epey fotoğraf çektik ve ayrıldık mekândan. Yine sağlı sollu gökdelenlerin arasından başka bir güzellik olan Sakura bahçesine vardık. Sakuralar, son günlerini yaşıyorlardı artık yine de şahaneydiler. Doya doya seyrettik, kokladık dokunduk. Birçoğumuzun avatarı oldu burada çektiğimiz fotoğraflar. Zar zor ayrıldık geliş sebebimiz sayılan sakuralardan. Yine metro uzun uzun yürüdük. Meğer biz Tokyo’nun en zengin muhitindeymişiz. Ünlü tiyatronun da bulunduğu zengin muhit Ginza. İstasyona 10 dakika mesafede bulunan Ginza semti, şık alışveriş mağazaları ve yanıp sönen parlak ışıkları ile dünyaca ünlü semt ve Kabukiza Tiyatrosu. Burasını nasıl tarif ederim bilemiyorum ama çok renkli, çok canlı ve çok güzel. İlk durak yerimiz geleneksel kabuki oyunlarının sahnelendiği tiyatroydu. Sadece dışarıdan gördük, içeriye giremedik tabi. Ayrıca bu semtteki en alçak (en fazla 4 katlı) yapı burası. Kabuki-za’nın geçmişi Meiji dönemine dayanıyor. Her biri yaklaşık dört saat sürüyormuş. Yine öğrendiğime göre oyunları takip etmek için kulaklıkla İngilizce tercümesini dinleyebiliyormuşsun. Hatta aralarda da kabukinin kültürel bağlamıyla ilgili bilgi de veriliyormuş. Çok hoş. Ama çok uzunmuş. Burada daha da iyi anladım, hakikaten zengin bir ülke burası. Arabalar, binalar, markalar hepsi de çok göz kamaştırıcı. Biraz serbest zaman verildi. Herkes istediği gibi dolaşacaktı. Benim de içinde olduğum grup Apple Store’a gittik. Birkaç arkadaşımız iphone ve iped alacaklardı. Bu yüzden paralarını Yen’e çevirmişlerdi. Telefonum çalışmadığı için bir ara ben de niyetlenmiştim telefon almaya. Neyse girdik mağazaya, her şey var. Arkadaşların dediklerine göre gerçekten de Türkiye’den daha uygunmuş fiyatlar. Herkes ürünleri ve özelliklerini biliyor. Danışman olarak Amerika’lı (galiba ABD’liydi) birsi geldi ve “Japonya’da mı yaşıyorsunuz?” diye sordu. “Hayır, turistiz, bir haftalığına geldik vs…” Yetkili; çok üzgün olduğunu, Japon hükümetinin anlaşması gereği, iphone satışlarının Japonlara ve sadece Japonya’da yaşayanlara satılabildiğini söyledi. Yabancı kişilerin de iki yıldan daha fazla süredir orada bulunması ve bunu belgelemeleri gerekiyormuş. Hepimiz şaşkın ve biraz da kızdık. Ama yapacak bir şey yok. Akşam 18.00-19.00 (tam hatırlamıyorum) gibi toparlandık ve otele döndük. Kısa bir dinlenme ve elimizdeki eşyaları bırakıp 21.00’de tekrar dışarı çıktık. Metro ile Ueno Park’a gittik. Yemeklerimizi elimize alıp kalabalık olan parkta bir yer bulup yemeğimizi yedik. Hava iyice karardığı için çok net göremedik Ueno Parkı. Alacakaranlıkta biraz yürüdük ve daha sonra yakınındaki bir gölete gittik. (Şinobazu Göleti). Gölün kenarında kah oturduk kah dolaştık. Tüm gün karış karış dolaşmıştık Tokyo’yu. Gecenin bir vakti otelimize döndük. Ertesi gün Hakone gezisi vardı Bu bölüm için Japon Atasözü: Bir dostunuz, yemiş bahçesini geziyorsa, dalgın görünmeniz en büyük nezakettir.

    05 Nisan 2013 – Cuma – TOKYO - HAKONE

    Sabah 8.00’de kahvaltıdayız. Kahvaltı tabağımda aralarında pembe renkli bir şeyler olan pirinç rulosu, etrafında kuru karabiber gibi baharatlara belenmiş ikinci pirinç rulosu, bir kaşık da tavuk eti görünümlü pirinç, bir kaşık karışık turşu (içindekilerin hepsini anlayamadım) ve bir tane yuvarlak minik ekmek (en sevdiğim). Sevgili Figen’le kahvaltıdayız. Diyaloğu aynen yazıyorum. Ben “Aaa, tavuklu pilav galiba” Figen “Imm, hayır. Bambuya benziyor”. Nasıl yani! Bildiğimiz Bambu mu? Figen “Evet”. Korkulur bu Japonlardan. Her şeyi yenebilir hale getiriyorlarmış. Ben hiç sormasaydım da tavuk niyetine yesem daha mı iyiydi acaba bilemedim. Bu arada çubuk kullanmada üstümüze yok. Çok ustalaşmışız, ne kaşık arıyoruz ne çatal. Pirinçler o kadar birbirine yapışık ki (lapa) çubuğa saplanmaya görsün, al eve götür J. Aldığımız tuzlu, pirinçli kahvaltının ardından, Hakone’ye gitmek üzere dışarı çıktık. Tokyo’nun dışına gideceğiz. Bu gün hava güneşli, öğleden sonra yağmur veriyor ama hayırlısı. Bu günkü turumuz hem çok güzel hem çok yorucu hem de çok karışık. Teknolojinin nimetleri olmasaydı aşağıda yazacaklarımın çoğunu hatırlayamayacaktım. Her gittiğimiz yerlerden aldığımız haritalar, broşürler de bilgi deposu gerçekten. Ne yazacağımı düşünürken, masaya yaydığım broşürler, haritalar ve hafıza kartındaki ses kayıt cihazına kaydettiklerim tam bir destek deposu oldular. Ha bu arada internet her daim kurtarıcı, özellikle de wiki. Elimdeki haritaya bakıyorum da sırf Hakone için yani Odawara’yı başlangıç sayarsak, gidiş dönüş 10 araç değiştirmişiz. Bunlar otübüs, tren, tekne, feribot ve teleferik. Ayrıca Odawara’dan öncesi ve sonrası için de 2 geliş, 2 gidiş desek toplamda 14 araç değişimi yapmışız. Tüm bunlar için yani Odakyu Line için “Hakone Freepass” 5000 Yen ödedik. Bir kere ödeyip kurtulduk, hepsine aynı kartı kullandık. Bir otobüs bileti bile 960 Yen’miş. Aslında bu 5000 Yen iki günlük bilet. Çocuklar için ise fiyat 1500 Yen. Aklımda kalanlarla ki bunlar çok az, daha çok kayıtlarımdaki detaylarla bugünkü yoğun geziyi aşağıya ekliyorum. 8.40 Sinjuku’dan başka bir hatta yani Odakyu’ya geçeceğiz. Ara hat kullanarak Odavara’ya gitmek için trene biniyoruz. 115 dakika sürecekmiş. Odawara’da indik. Oradan başka bir trene binip Hakone Yumoto’ya indik. Buradan sonra otobüse bineceğiz. Otobüs kuyruğundayız. Otobüs geldi, öncelikli olarak görevliler gelip orta kapıyı açtılar ve tekerlekli aracın geçebilmesi için bir platform uzattılar. İlk önce tekerlekli sandalyedeki kişinin otobüse binmesine yardım ettiler ve daha sonra diğer insanlar otobüse binmeye başladılar. Hayran olmamak elde değil. İnsanlara engelli değil de özel olduklarını hissettiriyorlar, muhteşem bir davranış. Tekerlekli sandalyeye otobüsün öncelikli olması çık şıktı. Ve kimse itiraz etmiyor. Burada insanlık her şeyin önünde, teknolojinin de paranın da. Helal olsun… Çok güzel manzaralı yollardan geçiyoruz ve otobüs virajlı yollarda yukarıya çıkarken her dönemeçte farklı manzaralar seyrediyoruz. Bu arada otobüs şoförümüz bölge hakkında bilgi veriyor. Tabii Japonca. Kısaca, otobüs şoförleri çok konuşuyorlar ve girip çıkarken bilet soruyorlar. Araçlardan inerken anonslar yapılıyor, “Lütfen eşyalarınızı unutmayınız” diye. Yolculuğumuz 40 dakika sürüyor. 12.00’de otobüsten iniyoruz. Burası daha mı serin ne, rakım yüksek ondan herhalde. Göl kenarındaki küçük şirin kasabada bolca otel ve müze bulunuyor. Ashi Gölü bir krater gölü. Durağımızın adı, Motohakone diye yazıyor haritada. Bu arada tüm otellerde onsenler mevcutmuş. Özel olarak bu bölgeye onsenler için gelenler çokmuş. Türkiye’den giden birilerinin anısını okudum ve çok imrendim. Feribota binmek üzere iskeleye doğru koşturduysak da yetişemedik. Bir sonrakine kısmetmiş. Sağlı sollu şirin dükkânlar var. 12.15 rıhtımda bekliyoruz. Sevgili Figen Ümit Yaşar Oğuzcan’ın “Rıhtımda” şiirini okuyor.

    Bir beyaz gemiydi ayıran onları
    Kadın güvertedeydi, adam rıhtımda
    Şimdi unuttum yüzünü kadının
    Adamın gözleri aklımda
    Kana bulanmış bıçaklar gibi
    Uzun kirpikleri ıslaktı
    Adam dertli, adam darmadağın
    Dokunsalar ağlayacaktı
    Adam bitkindi, adam seviyordu
    Kalan kederdi, giden gemiyse
    Taş olduğu içindir dedim
    Rıhtım taşları erimediyse
    Derken bir düdük öttü ansızın
    Bembeyaz gemi gitgide ufaldı
    Korkunç yalnızlığıyla baş başa
    Rıhtımda bir adam kaldı...

    Teşekkürler Figen Özçürümez.

    12.40 Togendai seferi yapmak üzere, iki katlı sarılı kırmızılı, yaldızlı, süslü püslü turistik tekne iskeleye yanaştı. Ama daha çok “Karayip Korsanları”nın gemisine benziyordu. Çok eğlenceliydi. Çok kalabalıktı. Kuyruğa girdik, yavaş yavaş ilerleyip halı kaplı tekneye bindik. Hava açık gibi ama koyu renkli bulutlar pusuya yatmış vaziyette. Tekne hareket etti, rüzgar vardı ve maalesef Fuji’yi göremedik. Kara bulutlar geldi oturdu gökyüzüne. Fuji hayal oldu. Bir nokta daha varmış belki orada görürüz diye son bir ümitleniyoruz. Bol manzaralı göl keyfimiz kısa sürdü. 20 dakikalık yolculuktan sonra gölün karşı kıyısına yani Togendai-Ko’ya yanaştık. Buradan teleferikle daha da yukarılara çıkacağız. Belki o ara, biraz da rüzgârın yardımına ihtiyacımız olacak. Bakalım. İner inmez teleferik kuyruğuna giriyoruz. Uludağ’da tepeye çıkan teleferikler gibi ama bu daha konforlu. 10 kişilik kabinler. Bizim ekipten başka bir çift daha vardı kabinde. Teleferikteyiz ve Fuji’yi görüyoruz, teşekkürler. Günün ödülüydü benim için. İniyoruz Hakone’nin çıkılabilecek en yüksek noktasına. Hakone’nin termal açıdan en aktif bölgesi ve sülfür deposu. Her tarafından dumanlar tütüyor. Buram buram sülfür soluyoruz. Buranın adı; Owakudani. Bizim için sülfür çıkan dağ. Elimdeki broşürde cehennem vadisi olarak da geçiyor. Teleferikten indiğimiz noktada çok güzel bir tesis bulunuyor. İçerisinde lokantalar, hediyelik eşyaların satıldığı dükkânlar, ayrıca marketler, ufak tefek tezgâhlar bulunuyor. Yeme içme ve alışveriş için en uygun mekânlardan birisiydi. Siyah dondurma bile gördüm kızın birinin elinde. Hemen girişte bir uyarı vardı. Solunum yolu vb. rahatsızlıkları olanların uzun süre kalmamaları gerektiği yazıyordu. Teleferikten inip yürümeye başlıyoruz, daha yükseklere çıkmak için. Yaklaşık 300 metrelik bir patika çıkışı ve artan sülfür kokusu bizim adımlarımızın geri geri gitmesine sebep olsa da varıyoruz gri mekâna. Her bir yandan öbek öbek dumanlar çıkıyor. Buraya geliş sebeplerimizden ve ritüellerden biri de bu sülfür yataklarında pişen yumurtalara şahit olmak ve yemek. Büyük demir sepetlerle suya bırakılan beyaz yumurtalar bir süre sonra siyah olarak çıkarılıyor. Yiyebilenlere afiyet olsun, ben yiyemedim. Kokudan başım ağrımaya başlamıştı ayrıca midem kaldıramazdı. Denilen o ki, sülfürde pişen yumurtadan bir tane yedin mi ömrüne 7 yıl ekleniyormuş. Ömür katan yumurtaların 5 tanesi 500 Yen’e satılıyor. Yumurtaların sülfürde pişme sürecini ve etrafını seyredip birkaç fotoğraf çekip aşağıya tesise indik. Orada karnımızı doyurup biraz da alışveriş yaptık. Dönüyoruz teleferikten indiğimiz noktaya. Buradan tekrar teleferiğe binip transfer yapacağız. Teleferiğin kalkmasını beklerken başka bir şey dikkatimizi çekiyor. Daha doğrusu Nezihe gösteriyor pembe patatesleri. Közlenip satılıyor. Gerçekten de çok tatlıydı, kabak tatlısı gibi bir şeydi. 15.15 teleferikteyiz. Bugün göreceğimiz her şeyi görmüştük. Ama daha uzun bir yolumuz vardı. Teleferik yolculukları 10, 15 dakika sürüyordu. Otobüs ve tren yolculuklarımız daha uzundu ama onlar da çok güzel manzaralı yollardan gidiyordu. Hem dinleniyorduk hem de gözlerimiz bayram ediyordu. Tokyo’nun neon ışıklı, yüksek gökdelenlerinden sonra buraların temiz havası ve doğası hepimize iyi gelmişti. 16.35 yine bir trendeyiz. “Trene bindim de tren salladı, zalim doktor ciğerimi dağladı”. Türküdeki kadar acıklı değildi halimiz ama vallahi nereye gittiğimizi bilmiyorum. İn, bin başımız döndü. Bu arada, yazarken aklıma gelen bu güzel türküyü sevgili Nazan Özçınar’dan dinlemek lazım. 16.55 bir tren daha, Şincukuya gidiyormuşuz. Bu istasyon çok tanıdık. Yolumuz uzun, sohbet koyulaşıyor. Trenden bahsetmişken eklemek istiyorum. Tüm trenlerde, metrolarda “özel koltuk” bölümleri var. Hem yazıyla hem şekille öncelikli 5 özel durumu olanlar için ayrılmış koltuklar. Bunlar; yaşlılar, hamileler, çocuklular, engelliler ve kalp sorunu olanlar. Diğer bölümlerde oturulacak yer olmasa dahi Japon halkı bu özel bölümü kullanmıyordu. Tek tük kullanan gördük bizim gibi, onlar da sahipleri gelince mutlaka kalkıyorlardı. 18.50’de Şincuku’ya varıyoruz. Buradan da başka bir hata binip, otelimize varıyoruz. Bu arada, eğer otobüsle gitmek isterseniz, Tokya’dan Hakone’ye iki saat sürüyormuş. Otele dönüp, paketlerimizden kurtuluyoruz ve 20.00’de yemek için tekrar dışarı çıkıyoruz. Gün bitti ama bizdeki enerji bitmedi. Pirinçten herhalde. Yağmur da deli yağıyor. Japonya’nın Laleli semtindeki güzide suşi dükkânlarından birine gittik. Çok şirin, küçük bir rest. Tüm çalışanlar kibar, güler yüzlü ve çok saygılıydı. Biraz kalabalık ama olsun, beklemeye razıyız. Tabure boşaldıkça oturmaya başladık. Ocak, mutfak mekânın ortasında. Etrafında tabaklar dönüyor. Kaçırdığın olursa bekliyorsun devamı mutlaka geliyor. 1 tabak 120 Yen. Pirinç ve diğerleri şeklinde. Karides, havyar, somon, ahtapot vs.) Ortasında mutfak olan kare şeklindeki masada bulunan boş taburelere yerleştik. Masanın üst kısmında dönen tabaklar ve önümüzde birkaç çeşit sos, baharatlar, olmazsa olmaz yeşil çay bulunuyor. Ortadaki mutfakta bulunan garsonlar ya da ustalar tabakları yeniliyorlar, sürekli akan hareket eden bir mekân burası. Yanımızdaki bir Japon bize suşileri nasıl yiyeceğimizi gösterdi. Çubuklarla üzerindeki balığı alıp sosa daldırdıktan sonra tekrar pirinç yumağının üzerine koyuyorsun ve tamamını ağzına atıyorsun. Bir tabak bir lokma gerçekten de. Çıkarken de önündeki boş tabakların sayısı kadar para ödüyorsun. Yemek sonrası gecelere aktık. Mini alışverişler, elektronik mağazaları ve ayakkabı mağazasına uğradık. Büyük caddede yürürken müzik sesinin geldiği yöne doğru yürüdük. Kana adlı tiz sesli, ümit vadeden bir Japon gencini dinledik. Sevcan genç kızın imzalı cd’sini alarak daha çok mutlu etti. Tüm Japonya’da gezilen şehirlerarasında hiçbir fark göremedik. Küçük, büyük demeden tüm noktalara aynı hizmet götürülmüş. Kalite bakımından hiçbir fark yoktu. Tokyo daha ışıklı ve daha kalabalıktı. Gençler deli gibi eğleniyorlar. Gece yarısına kadar gruplar halinde kafelerde, caddede, parkta, oyun salonlarında eğleniyorlar. Bu arada Paçinko diye bir oyun varmış. Bir tür kollu kumar makinesiymiş. Oyun makinelerinin içinde demir bilye dolaşıyor. Siz de bu demir bilyeleri bir delikten sokarak şans çarkınızı döndürmeye çalışıyorsunuz. Para değil de demir bilyeyle oynanıyormuş. Bu bilyeler karşılığında kasadan sigara ya da kibrit çakmak gibi bir şey veriliyormuş. Hani kumar yasak ya, bu yüzden bu tür hediyeler veriliyormuş. Fakat bu paçinko merkezlerinin yanında hediyeleri paralarla satın alıyorlarmış. (E.Güven’in kitabından alıntıdır) Bu tür makinelerin bulunduğu mekânları çok görmüştüm ama ne olduğunu tam anlayamamıştım, bu yüzden eklemek istedim. Kızlar, erkekler, gençler yaşlılar hepsi yarattıkları çizgi film karakterlerine benziyorlardı. Çok şirinlerdi. Eminim biz de onlara garip geliyorduk. Hele çocuklar çok tatlılardı, insanın alıp götüresi geliyordu. Çok saygılı insanlar, şimdiye kadar ne bir kaba hareket ne ses yükseltme hiçbir şey duymadık. Hatta sesli gülen bile görmedik. Trende olsun yolda olsun tiplerin elinde iphone, kulağında kulaklık başlarını kaldırdıkları bile yok. Tokyo’da dolaşırken onların koşuşturmalarına inat biz tam tersi çok yavaştık. Kalabalık, kalabalık ve kalabalık. Çok az insan araç ya da otobüs tercih ediyormuş. Tren (JR) ucuz ve en hızlı ulaşım aracı Japonya’da. Patron olsun işçi olsun herkes raylı sistemi kullanıyor. Klâs meselesi değil işe yetişme meselesi. Tüm istasyonların girişinde ya kuş sesleri var ya da istasyonun adı seslendiriliyor, görme engelliler için. Çok düzgün insanlar, çok saygılılar. Metroda Nazan’la karşılıklı sohbet ederken, yanımdaki genç kız kalkıp Nazan’a yerini vermek istedi. Belki de bize kibarca karşılıklı konuşmayın, daha alçak sesle yan yana konuşun da demiş olabilirler. Her ikisi de güzel bir davranış hem de öğretici. Kızlar mini maksi durumunda. Kimse rahatsız etmiyor, hatta bizden başka bakan da yoktu. Desenli dizüstü çoraplar ve ayaklarda platform topuklar. Bu arada doğru yürüyebilene aşk olsun. Erkeklere gelince, özellikle genç olanların çoğu deri çanta, bildiğin bayan çantası kullanıyorlar. Hem de her renkten. Ama işlemeli, boncuklu falan değildi. Hepsi de çok sevimliydi. Tüm gençlerin ellerinde iphone ve benzerlerinden vardı. Japonya’yı üç kelime ile anlatsam; saygı, pirinç, iphone. Akşam 23.00 de odaya çekildik. Yarın sabah 9’da otelden çıkmamız gerekiyor.

    Japon Atasözü: Sis yelpaze ile dağıtılmaz.

    06 Nisan 2013 – Cumartesi

    Serbest gün. Bugün Sevcan’ın Japon arkadaşı Nako ile gezeceğiz. Sabah Nako gelene kadar dışarılarda dolaştık. Otele dönüp Nako ile buluşup tekrar dışarı çıktık. Tokyo’nun en büyük AVM’lerinden bizim Kanyon benzeri bir mekâna gidip hem dolaştık hem alışveriş yaptık. Tokyo’daki ilk günümüz de yağmurluydu son günümüz de. Öğleden sonra bastıran yağmurdan dolayı fazla dolaşamadık. Genellikle kapalı mekânlardaydık. Akşam 10.00 gibi, Japonya’daki son yemeğimiz için diğer arkadaşlarla buluşuyoruz. Japon mutfağı mangal masada. Mangalda ise, et, balık, jumbo karides. Balığın kurusu tazesi, saki bira toplam 1720 Yen ödedik. Çok güzel bir atmosfer idi.

    07 Nisan 2013 – TOKYO – İSTANBUL

    Oda arkadaşım Semra’nın gidişinden sonra ben de uyandım. Hızlıca valiz hazırlama ve otelden çıkış işlemlerimizi de yaparak sabah 7.00’de otelden ayrıldık. Kore havayollarıyla seyahat edecekler bizden daha erken ayrıldılar otelden. Biz üç kişi; Sevcan, Nazan ve ben dünden rotamızı belirlemiştik. JR line’den ilk biletimizi alıp Nippori durağında indik. Havalimanı için ikinci biletimizi de (2400 Yen) alarak durağa geçtik. 1 numaralı istasyondan, uzay aracına benzeyen hızlı tren ile yolculuğumuz 40 dakika sürdü. Biletin üzerine her şey yazılıydı. Koltuk numarası, tren geliş saati, varışı vs. Son durak olan Terminal 1’de uzay üstünden indik ve 4.kattaki THY’ndan uçak biniş kartlarımızı aldık. Kalan paralarımızı dövize çevirdik ve 11.45’de kalkacak uçağımıza vardık. Bir gezinin hatta dünyanın öbür ucundaki seyahatin sonuna gelmiştik.

    Son bölüm için Japon Atasözü: Öğretmek öğrenmektir.

    Bu gezime katkıda bulunanlara teşekkür etmek isterim. Hiç aklımda yokken, “Hadi Japonya’ya gidelim” diyerek öncülük ve rehberlik eden arkadaşım Nezihe Güçlü’ye, gezi süresince dostluğunu esirgemeyen, telefonunun tekini karşılıksız hibe eden can insan Sevcan Orbay’a, “İyiki de gitmişim onunla tanışmışım” dediğim, kendisini bilmem ama benim için uzun süreli dostluğu ümit ettiğim Figen Özçürümez’e, her daim sıcakkanlı, ilgili ve her şeye sevgiyle bakan güzel gözlü Nursen Aydoğan’a tüm gezi süresince uyumuyla ve oda sohbetlerimin baş aktörü sevgili oda arkadaşım Semra Teke, yolculuklarımızın neşesi, bol kahkahası, güzel fotoğraflar çekip paylaşmayanı, gözümüzün bebeği gözlükçümüz sevgili Nazan Ezen’e ve grubumuzun defansı, her daim pozitif olan Ankara’lı kardeşlere çok teşekkür ederim. Okuduğunuz için teşekkürler. Yeni güzergâhlarda buluşmak üzere,

    Sevgiler, Selamlar

    Tezcan



    ABORJİNLERİN DUASI / İNGİLİZLERİN HÜLYASI AVUSTRALYA

    Seni ayakta tutmaya yetecek kadar güzelliklerle dolu bir yaşam sürmeni diliyorum
    Aydınlık bir bakış açısına sahip olmana yetecek kadar güneş diliyorum.
    Güneşi daha çok sevmene yetecek kadar yağmur diliyorum.
    Ruhunu canlı tutmaya yetecek kadar mutluluk diliyorum.
    Yaşamdaki en küçük zevklerin daha büyükmüş gibi algılanmasına yetecek kadar acı diliyorum.
    İsteklerini tatmin etmeye yetecek kadar kazanç diliyorum.
    Sahip olduğun her şeyi taktir etmene yetecek kadar kayıp diliyorum.
    Son elvedayı atlatmana yetecek kadar merhaba diliyorum.
    Aborjin duası

    50000 yıllık geçmişleriyle Avustralya’nın yerlileri Aborjinler, 18. yüzyılda kaşif ve sömürgeci güçlerin geldiği zamana kadar dış dünyadan tamamen kopuk yaşadı. O güne kadar geleneksel yaşamlarına devam ediyorlardı.Kıtaya sahip olmaya değil onunla uyum içinde yaşamaya çalışıyorlardı. Okyanusya’da tüm kültürler, yazısız ve sözlü kültüre bağlı bir şekilde yaşıyordu. Bu yüzden bu kültürlerde bilgiler, şarkılar,danslar ve hikayelerle nesilden nesile aktarılıyordu.

    Kıtaya gelen sömürgecilerse Okyanusya'ya dolayısıyla da Aborjinlere sahip olma hülyasındaydılar. Avustralya’nın yerlisi Aborjinleri “barbar vahşiler” olarak tanımladılar. Bunun sebebi, Aborijinlerin sosyal bir düzene ve klan hiyerarşisine sahip olmamasıydı. Fakat bu klanlardaki yaşama ve evliliğe yön veren karmaşık kurallar çok daha sonra anlaşılabildi.

    Aborjinlerin efsanelerinin birçoğu hala yazıya geçirilemedi. Fakat günümüzde yaşamaya devam eden bu halk, kısmen de olsa kültürünü korumaya devam ediyor ve Avustralya Başbakanı Kavin Rud’un bu geç özrünü fazlasıyla hak ediyor.

    “Avustralya’da birbiri ardına gelen hükûmetlerin, derin üzüntü, acı ve kayıplara neden olan yasaları ve politikaları nedeniyle bu Avustralyalı vatandaşlarımızdan özür diliyoruz” Kavin Rud

    1606 yılında ilk kez Hollandalı kaşif Willien Janszoon tarafından keşfedilen Hint Okyanusu ile Büyük Okyanus arasında yer alan Okyanusya’daki Avustralya’ya New Holland adı verilmiştir. Daha sonra 1770 yılında Avustralya’ya ayak basan İngiliz James Cook bu adayı Britanya topraklarına kattığını ilan etmiştir.

    6 eyalettten oluşan Avustralya’nın başşehri Canberra’dır. Opera Binasıyla ünlü en büyük şehriyse, İngiltere’den getirilen mahkumlar tarafından inşa edilen Sydneydir. UNESCO Dünya Mirası listesindeki muhteşem Opera Evinde 5 büyük salon ve 5540 koltuk bulunmaktadır.

    İstisnası olmaksızın dünyanın en iyidoğal limanı olarak anılan Sydney, başta Bondi Beach olmak üzere pekçok plaja da ev sahipliği yapmaktadır. Yeni yıla ilk giren yerlerden biri olan Sydney’de muhteşem havai fişek gösterilerinin yapıldığı Sydney Köprüsü, şehrin gerdanlığı gibidir. Blue Mountain ve Katoomba Kömür Madeni Sydney’de görülmesi gereken yerler arasındadır.

    Her an değişen kararsız havasıyla anılan ve Formula 1 Grand Prix Yarışları ile Avustralya Açık Tenis Turnuvası düzenlenen Melbourn’da beni yürekten etkileyen, mesai saatleri içinde her saat başı askeri tören düzenlenen Anzak Anıtı ve Anzak Müzesi oldu. Atamızın “Bu memleketin topraklarında kanlarını döken kahramanlar! Burada, dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yanyana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve rahat uyuyacaklardır. Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.” sözünün yazılı olduğu bu anıt Avustralya’da, mutlak görülmesi gereken yerlerin başında gelmektedir.

    Yarra nehrinin ikiye böldüğü Viktorya tarzı ferforje süslemeli evleriyleMelbourn, dünyanın en yaşanılası şehirleri sıralamasında ilk sıraları almaktadır.Nehir üzerindeki köprüler şehre görsel bir şölen havası katmaktadır.

    38 hektarlık alana kurulmuş olan Kraliyet Botanik Bahçesi 10.000 civarı bitki türüne ev sahipliği yapmaktadır.İçinde göletlerin ve yürüme yollarının bulunduğu bu park huzurun simgesi durumundadır.

    Tazmanya eyaletine gitmek ve oradaki sayıları her geçen gün azalan kangurulara, koalalara ve en önemlisi de Tazmanya canavarına şahitlik etmek de olmazsa olmazlarınız arasında olmalıdır

    Avustralya’da yeme içme denince akla, leziz etler ve deniz ürünlerine eşlik eden meşhur şaraplar gelmektedir. Özellikle Sydney’in eğlenceli gece hayatında pekçok restoran ve bar misafirlerine sonsuz bir keyif sunmaktadır.

    Yine de bana sorarsanız ben, onları ayakta tutmaya yetecek kadar güzelliklerle dolu bir yaşam sürmeyi dileyen Aborjinlerin Avustralyasını İngiliz izleri taşıyan Avustralya’ya yeğlerdim. Keşke...

    Arzu Özkaner ÖZKUŞ

    https://www.facebook.com/gezidostlariarzuozkus/



    TANGONUN BAŞŞEHRİ - BOUNOS AİRES

    İspanya ve Portekiz kökenli Yahudiler yani Seferad'ların İspanya'dan kovulunca Osmanlı topraklarına yerleştiklerini, 2. Dünya Savaşı sırasında da Almanların onları öldüreceğinden korkup Latin Amerika'ya göçerek birçoğunun Bounos aires'e yerleştiklerini coğrafyacı gezgin Mustafa Andıç'ın Güney Amerika ''Dansın,Müziğin,Başkaldırının Sesi'' kitabından tam okuyordum ki uçağımızın Bounos aires'e inişe geçtiği anonsunu duydum.Güzel hava anlamına gelen bu şehre neden bu adın verildiğini işte bu sırada uçağın penceresinden şehre kuşbakışı bakarken anladım.Bütün sokaklar, caddeler yeşil bir taç giymişlerdi sanki.Şehir yeşil bir kalemle enine boyuna çizilmiş gibiydi.Bu kadar ağacın ,parkın,yeşil alanın olduğu bir şehirde hava güzel olmaz da ne olur ? Dev anıt ağaçların süslediği sağlı sollu parkların yanından geçerken ah burasını iyi ki TOKİ yetkilileri görmüyor yoksa ağızları sulanır hatta sulanmakla kalmazdı diye düşünmekten kendimi alamadım.Toprağın üzerinde dans eder gibi estetik kıvrımlar yapan adeta zımparalanmış ve cilalanmış gibi kökleri olan Paloborkacho ağaçları anıtsal özellikleriyle bu ülke insanlarının ağaçlara olan saygılarını ve bakış açılarını adeta bize kanıtlamak ister gibi yükseliyordu göğe doğru.Başları dimdikti, onları kesilmekten koruyacak gençlere ihtiyaçları yoktu, sadece gençleri sevgiyle kucaklıyor, gölgesinde barındırıyordu. Gomero ağaçları da Bounes aires'in adeta simgesi gibiydi, onlar da gövdeleriyle toprağın üzerinde vazolara konmuş çiçekler gibi bir görüntüye sahipti.Parklar bahçe düzenlemeleriyle zaptırapt altına alınmamış doğasına bırakılmıştı.Bu şehirde parklar gelişmişliğin kanıtı olmak istercesine düzenlenmeye çalışılmamış, aksine naturelliğin gelişmişliğin göstergesi olduğunu kanıtlamıştı. Bütün kentliler çoluk çocuk güzel havayla bu büyük parklarda kucaklaşıyorlar, koşuyorlar, kitap okuyorlar, yan gelip yatıyorlardı kızlı erkekli...

    Bu şehrin Taksim Meydanı olan Plaza Major pek çok siyasi gösteriye ev sahipliği yapıyordu.İnsanlar sloganlar atıyor, serbest kürsüden kitleye hitap ediyor, bayraklar , flamalar açılıyor, pankartlar insanların demokratik hakları gereği düşüncelerini ifade edebilmelerine aracılık ediyordu. Darbeler ülkesi olarak bilinen Arjantin, yıllar içinde demokratikleşmenin mutluluğunu özgürce yaşıyordu.

    Dünyanın akustiği en iyi olan Milano'daki La Scala operasından sonra gelen Colon Tiyatrosu ( 1908 ) , ülkenin ilk bayrağının asıldığı 67,57 m yüksekliğindeki ünlü Obelisk sütunu ve 140 metre genişliğinde dünyanın en geniş caddesi ünvanına sahip olan 9 Temmuz caddesi ile ünlü olan Bounos aires'e haklı bir ün daha getiren Eva Peron'un da mezarının bulunduğu Recoleta Mezarlığı maddi güç gösterisinin öldükten sonra da devam edebileceğinin göstergesi gibiydi. Bir mezar yerinin şehrin iyi bir semtinde alınabilecek güzel bir ev fiyatı kadar olduğu söylenen bu mezarlık ana caddesi ve bu caddeyi kesen sokakları ve ihtişamlı ev benzeri mezarlarıyla dünyada eşi benzeri olmayan bir yerdi.Önce bu alanın içinde bulunan kilisenin baş papazının defnedilmesi amacıyla inşa edilen, sonra devlet adamlarının da gömülmeye başlandığı Ricoleta mezarlığı zaman içinde parayı bastıran sıradan kişilerin de ebedi istirahatgahı olmuş.Ölülerin özel bir işleme tabi tutulduktan sonra tabutların içinde saklandıkları kat kat gözlerden oluşan mezarlar içinde kişilerin özel bazı eşyalarının, çerçevelenmiş resimlerinin, vazo ya da saksı içinde çiçeklerinin , dantel örtülerinin süslediği, kapıyla içeri girilebilen evler gibiydi.Kimi mezarlar sade taşlardan yapılmışken, kimi mezarlar dev heykellerle, sembollerle,hatta altın objelerle süslenmişti.Yan yana yapılan iki mezardan biri bir diğerine ben senden daha zenginim, benim babam senin babanı döver diye caka satar gibiydi.Mezarı burada bulunan Eva Peron fakir halkın sevgilisiyken zenginlerce de pek sevilmezmiş.Çünkü iktidara geldiğinde zenginden alıp fakire verecek yasaları eşi Arjantin Başkanı Juan Domingo Perón ile birlikte düzenleyen María Eva Duarte de Perón İspanyolca "Küçük Eva" anlamına gelen Evita lakabıyla bilinirdi. Evita'nın mezarı buradaki en sade mezarlardan biriydi.

    Rio de la Plata (İspanyolca Gümüş Nehri) Güney Amerika nehirleri Rio Paraná ve Rio Uruguay'ın beraber oluşturdukları 290 km uzunluğunda ve 220 kilometreye varan genişlikte, Atlas Okyanusu'na açılan bir nehir ağzında oluşmuş Tiger Deltası görülmeye değer.Sadece deniz yoluyla ulaşılabilen iskeleleriyle ünlü lüks yazlık evlerin, yüzen marketlerin bulunduğu nehirde içerilere doğru gidildikçe evlerin ihtişamı yerini orta gelirli halkın mütevazi evlerine bırakıyor. Bu evlerin sakinlerini taşıyan motor iskelelerinde ellerinde bavulları, eşyalarıyla bekleyen insanlar bana İstanbul'daki Adalar iskelesini hatırlatıyor.Yine nehrin iki yakasındaki yeşillik suyun boz rengini saymazsak beni huzura doğru yola çıkarıyor.İyi ki buradayım !!!

    Bir futbolcunun tarikatının olduğu başka bir ülke olduğunu sanmıyorum Arjantin'in dışında. La Bombonera, efsanevi Maradona'nın boy boy duvar resimlerinin, posterlerinin olduğu La Boca bölgesinde yer alan ve Arjantin'in köklü kulüplerinden Boca Juniors'un iç saha maçlarını oynadığı stadyumdur. Stadyum, La Bombonera adını şeker kutusuna benzeyen mimarisinden dolayı almıştır. Halkın takımı olarak nitelendirilen La Boca'nın ezeli rakibi aristokratların takımı olarak bilinen River Plate'dir. La Boca'nın sarı lacivert rengi, renklerini River Plate ile oynadığı bir maçtaki yenilginin ardından kaybeden La Boca'nın ilk gelen geminin bordasında çekili bayrağın renklerini almasıyla oluşmuştur.Bu hikaye stadyumun duvarında resmedilmiştir.

    '' Tanrının eli ''olarak inanılan Maradona'nın 1986 Dünya Kupası'nda İngiltere'ye elle attığı gol İngilizlerce "skandal" olarak görülse de Arjantin'de "Maradona Tarikatı"na gönül veren 15 bin kişi için her sene bir bayram olarak kutlanır. 2002'de kurulan tarikat, ünlü futbolcuyu dünya üstü bir varlık olarak kabul eder.Tüm dünyada müritleri bulunan tarikatın bazı şartları şöyle: İngiltere'ye attığı gölün tanrının bir lütfü olduğuna, o elin Maradona'nın elini kullanan Tanrı'ya ait olduğuna inanmak. Futbolu canından çok sevmek. Kendini Maradona'nın yüceltilmesine adamak. Maradona'yı asla bir takıma maletmemek. Çok ilginç değil mi ?

    Bounos aires'e gelip de tangonun doğum yeri olan La Boca'ya gidilmez mi, oraya gidip sokaklara taşan tango izlenmez mi ? Tango'nun babası olan Carlos Gardel saygıyla anılmaz mı ? Rengarenk teneke evlerin minicik balkonlarından sarkan saçına kondurduğu çiçeği ve kırmızı rujuyla esmer tenli Arjantin'li erkeklere kur yapan kadınların ateşli dansı belleklere kazınmaz mı ?

    La Boca'da 19. yüzyıldan kalma tarihi evler fakirliğin verdiği parasızlık nedeniyle döküntü bir görünüm almıştı ama ne dökülen evler, ne teneke mahalleler bu semtin halkının keyfini azaltmamıştı, dans sokaklara taşmıştı. Yan yana sıralanmış restoranlar kendi küçücük sahnelerini kurmuşlardı.Bu sahnelerde tango yapan dansçıların ahenkli figürlerine takılı gözlerle ne yediğinin farkına varamamak da işin bir başka keyfiydi.

    Döküntü binaların duvarlarındaki grafitileriyle, tango yapan çiftlerle fotoğraf çektirmek için sıraya giren turist kafileleriyle, arnavut kaldırımlı meydanları etrafına dizilmiş cafeleriyle ,rengarenk teneke evleriyle ahenkli bir şehirdir Bounos aires.

    Arzu Özkaner ÖZKUŞ

    https://www.facebook.com/gezidostlariarzuozkus/



    BÜYÜLÜ SAHRA ÇÖLÜ / FAS

    Çayda akan su gibi, çölde esen yel gibi
    İşte bir günü daha kayboldu ömrümün
    Ben ben oldukça, iki günün gamını çekmem
    Biri geçip giden gün, biri gelecek gün…

    Ne kadar olduğunu bilmediğim ömrümün bir gününü geçirdiğim çöl, işte bu mısralarını hatırlattı bana Ömer Hayyam’ın. Ne geçip giden günü yakalamaktı amacım, ne gelecek güne koşmak… Sadece o an vardı düşlerimle kucaklaşan. Batmakta olan güneşin, bakıra belenmiş rengiyle ışıldayan kum tepelerine sırtını dayamış bayırları, develerin sırtında aşmak vardı. Çıplak ayaklarım çöl kumunun sıcak olması beklenen ılık zerreleriyle tanışırken, gözlerim bir ateş topu gibi batan güneşin parlaklığıyla kamaştı, güneş ardında mor, kırmızı, mavi, turuncu, pembe bir renk cümbüşü bıraktı.

    Gündüzün yerini alan gece, gökteki yıldızları gümüş bir sim gibi kucağımıza serdi, yakılan kamp ateşinin çıtırtısı Berberi enstrümanlarından gelen tınıya karıştı, dansın ritmiyle sonlanan gün, sabahın ilk ışıklarıyla yeniden doğdu.

    İki buçuk milyon yılda oluşmuş bu çöl bana insan ömrünün ne kadar kısa olduğunu bir kez daha hatırlattı. Hele öncesinde bu çölün bir deniz tabanı olduğunun kanıtı olan 350 milyon yıllık fosillerin bedevilerin çantalarından çıkarılarak bize tanıtıldığı an, kendimi 9 milyon km2’lik bu dev çölde bir kum tanesi gibi hissettim.

    Atlas Okyanusu kıyılarından Kızıldeniz’e kadar uzanan Büyük Sahra Çölündeki erg adı verilen kum tepelerinden, çöl rüzgarlarıyla dünyanın dört bir yanına dağılan, mineralce çok zengin olan kum zerreciklerinin, tarım topraklarını nasıl zenginleştirdiği bilgisiyle donandım.

    10 yıl boyunca yağmur düşmeyebilen bu çöldeki, kuraklığa dayanabilen bir tohumdan, yağan ilk yağmurla yeşererek kök salan çiçeğin önünde saygıyla eğildim.

    Bu çöle Arapçada büyü anlamına gelen ‘’SAHARA’’ adının konması ardındaki gerçekle böylece tanışmış oldum.

    Arzu Özkaner ÖZKUŞ

    https://www.facebook.com/gezidostlariarzuozkus/



    DENİZİN KARAYLA KUCAKLAŞTIĞI NORVEÇ FİYORDLARI

    ‘’ Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete ‘’ deyimini ters yüz eden bir durumun içinde hissetti ruhum kendini. Devasa bir geminin mini mini bölünmüş odalarından birinin balkonunda uçsuz bucaksız denizi yara yara gidişinin sesini dinlerken kulaklarım, ruhumun derinliklerine işliyor huzur. İç çekişlerimin üstünü örtüyor gece, aklımı alıp götürüyor sarıdan turuncuya boyanan günbatımı. Aklımı alıp götürüp geçmişten ve gelecekten, bu anı kazıyor belleğime ince ince…

    Ufukta bir yelkenli süzülüyor beyaz bir kuğu gibi, içindeki bedene benzer duygular yaşatarak. Gece sır gibi saklıyor gün doğumuyla birlikte varacağı limanın güzelliklerini. Gün sunuyor tüm cömertliğiyle soğuk kuzey ülkelerinin bildiğimizin tersine sevimli , güzel ve sıcak insanlarını, doğal güzellikleriyle büyüleyen fiyortlarını, çok yüksekten düşen coşkulu şelalelerini, ille de ille leziz balıklarını, mini mini balıkçı kasabalarını ve daha da fazlasını…

    İlk limanımız WARNEMUNDE Almanya’da sevimli ve turistik bir tatil kasabası. Cafeleri, birahaneleri ve tek katlı dik çatılı kimi butik otel ve pansiyona dönüştürülmüş, camları süslerle bezenmiş, önleri renk renk çiçeklerle renklenmiş evleri, balık lokantalarına dönüştürülmüş balıkçı tekneleriyle güzel bir iz bırakıyor belleğimizde. Her objenin ufak tefek olduğu bu limanda gemimizin büyüklüğü ortalamayı kurtarıyor.

    Bölgeye ismini veren ROSTOCK kasabası ise Amsterdam’ı çağrıştırıyor ilk bakışta. Önden bakıldığında kurabiye kalıplarıyla kesilmiş evleri andıran bu yapılar, renkleriyle de görsel bir şölen oluşturuyor. Aynı zamanda Rostock Üniversitesine de ev sahipliği yapan bu minik Alman kasabası Hamburg’a 1, Berlin’e 2 saat mesafede. Almanya’nın güneyinde ve deniz kenarında. 13. Yüzyıldan kalma Evangelist bir kilise olan Barok tarzı St.Mary Kilisesi ise eski Rostock’un tam kalbinde devasa bir yapı olarak göz dolduruyor.1860 yapımı bir ahşap saati de içinde barındıran bu kilise ruhani ambiyansıyla insanı büyülüyor.

    Gemi Warnemunde Limanından demir aldıktan 32 saat - 615 deniz mili sonra ‘’Sabrın sonu selamettir’’ atasözünün tam karşılığı olarak fiyortlara giriş yapıyor. Sabah saat 8.00’de gözümüzü yeşile, doğaya, şehirleşmeyi başarmış küçük bir kentte açıyoruz. Yedi tepe arasında bulunan muhteşem manzaralı fiyortlara yakın konumlanan BERGEN , Norveç’in 2. Büyük şehri. Bergen Üniversitesi sayesinde hem kalabalıklaşmış hem de canlılık kazanmış.1070 yılında Olaf Kyree tarafından kurulan ve 1299’a kadar Norveç’in başşehri olan bu şehri, 1918 yılından beri çalışmakta olan teleferikle çıktığımız seyir tepesinden doya doya seyrediyoruz. Birbirine köprülerle bağlanmış çok sayıda küçük adacığın kuşbakışı görüldüğü bu seyir tepesinden onlarca fotoğraf çekerek ayrılıp orta çağın canlı bir ticaret merkezi olan ve o zamanki balık tüccarlarının evleri ve işyerlerinin bulunduğu Brygger Caddesindeki Bredsgarden’ e geliyoruz.Bergen’in simgesi olan bu dik çatılı 1700’lerden kalma ahşap evler, 1927 yılında UNESCO tarafından korumaya alınmış, 1974 senesinde de Dünya Kültür Mirası listesinde yerini almış. Hali hazırda otantik el sanatları dükkanlarının işletiminde olan bu evler birbirine yaslanmış, gözle görünür derecede eğilmiş, gönyeden kaçmış yapılarıyla adeta zamana meydan okuyorlar.

    Bu sevimli şehirden iki gemi düdüğüyle vedalaşıp 35 km’lik Hjeltefjorden fiyordunda bir süre daha seyir halinde olduktan sonra dünyanın en güzel doğasına sahip yerlerden biri olan 205 km ile Norveç’in en uzun, dünyanın da 3. uzun fiyordu Sognefjord’a giren gemimiz bu fiyortta seyrini 5 saat sürdürerek Flaam köyüne yanaşıyor. FLAAM güneybatı Norveç’de Sognefjord’un yan kolu olan Aurlandsfjord’un sonunda nefes keser biçimde yer alan kocaman limanı olan küçücük bir köy. Myrdal istasyonuna oradan da aktarma yaparak Voss’a varacağımız Flaam tren hattı, Bergen- Oslo tren hattının bir bölümünü oluşturuyor. Dünyanın en dik tren hatlarından olan bu trenle zikzaklar çizerek , 866 metrelik bir tepeye 18 tünelden geçerek varıyoruz. Eşsiz manzaraların, dik çatılı rengarenk İskandinav evlerinin, çiftliklerinin arasından geçerek ulaştığımız Myrdal’da bizi bekleyen bir doğa harikasıyla burun buruna geliyoruz. Trenden iner inmez yüzümüzü ıslatan su zerreciklerinden nasibini alan objektifimiz ardı ardına çekiyor fotoğraflarını gürül gürül akan şelalenin. Kaydediyor bu anı belleklerimizle beraber. Bir müzik sesiyle irkilen kulaklarımıza , şelalenin dövdüğü kayalıklardan ansızın çıkan ve kırmızı giysileriyle dans etmeye başlayan kızları izleyen şaşkın gözlerimiz eşlik ediyor. 1934 yılında buharlı tren olarak yolcu taşımaya başlayan trenimiz zamana uyarak elektrikten aldığı güçle Voss’a aktarma yapacağımız istasyona bırakıyor bizi. Bergen - Oslo tren hattında çalışan bir başka tren bizi bu istasyondan vagon vagon Voss’a taşıyor.

    VOSS köyünde yediğimiz en ufağı 65 cm olan ( daha küçüğünün tutulması Norveç kanunlarınca yasaklanmış ) devasa ve muhteşem Somon balıkları, dilimlenmiş leziz Uskumru tuzlaması, İstakoz,Yengeç ve Karidesler midemizde birayla birlikte bayram havası estiriyor. Voss’un geleneksel ve yöresel yemeğininse bizim de leziz bir yemeğimiz olan fırında kelle olduğu söyleniyor rehberimizce. Voss’dan bindiğimiz tur otobüsleri bu kez de bizi Tvindefossen’e yani İkiz Şelaleler de denen suyunun şifa, gençlik ve güzellik verdiğine inanılan bir başka şelaleye götürüyor. Yol boyunca gördüğümüz dağdaki karların eteklerinden süzülen irili ufaklı şelaleler bir süre sonra öyle sıradanlaşıyor ki bazılarına dönüp bakmıyoruz bile. Belki de ileride belleğim zayıfladıkça Norveç = Şelaleler olarak hatırlayacak beynim bu ülkeyi.

    Yolculuk boyunca gördüğümüz ot çatılı evler de Norveç deyince yine ilk aklıma gelecek olanlardan olacak. Belki de savaş yıllarında kamuflaj amaçlı yapılan ama daha sonra çok iyi bir yalıtım malzemesi olduğu keşfedilen bu çatılar ağaç kabuklarının üzerine dökülen toprak ve ekilen çimden oluşuyor. Zamanla çim arasında çıkan yabani otlar ve hatta kuşların veya rüzgarın bıraktığı ağaç tohumlarının çimlenmesiyle oluşan minik ağaççıklar evlere estetik bir görünüm de kazandırıyor. Ayrıca sadece izolasyon ve estetik görünüm işlevi dışında ekosisteme katkısı dolayısıyla da takdire şayan yapılar bunlar.

    Opheim gölü kenarından geçen otobüsümüzün camlarından etrafı seyrederken ‘’nü’’ olarak göle giren Norveçlileri görüyor ve bu durumun bu ülkede doğal olduğunu öğreniyoruz. Yine Norveç için tipik denilebilecek evlerinin renkleri de ayrı bir hikayeye gebe. Yaygın olarak 3 renk hakim bu evlerde. Kırmızı, sarı ve beyaz. Eskiden Norveç çok fakir bir ülkeyken ( ki 1960 yılından sonra bulunan petrolle kişi başına düşen aylık gelir seviyesinin ortalama 10-15 bin TL’ye karşılık gelmesiyle zenginleşmiş ) kırmızı boya en ucuz boyaymış. Beyazsa en pahallı renkmiş. Dolayısıyla evlerin renkleri zenginliğin simgesiymiş. Kırmızı fakirlerin, sarı orta hallilerin, beyazsa zenginlerin rengiymiş. Bu geleneğin hala sürdüğü söyleniyor. Norveç’in soğuk kış gecelerinde anlatılan masallarından birinin kahramanı olan ve bu bölgede yaşadığına inanılan uzun burunlu, kısa boylu, kuyruklu yaratıklar olan Troller de pek çok hediyeliğe konu olmuş durumda.

    Norveç Halk Danslarına yaptığı bestelerle klasik müzik ustaları arasında yerini alan Norveç’li Edvard Grieg de geçtiğimiz köylerden birinde doğmuş. Yine rehberimizin ‘’ Norveçli annesinin karnından kayaklarıyla doğar ‘’esprisi yaptığı, bu ülke insanlarının mutlaka kayak bildiği bilgisi, dünya kayak şampiyonu bir kayakçının da bu köylerde yaşadığı bilgisiyle taçlanıyor.

    Flaam’dan ayrılan gemimiz mavi yeşil renkli denizi yara yara rotamızı Geiranger’e çeviriyor. Geiranger fiyordu 2005 yılında UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine alınmış, 2006 senesinde de National Geographic gezi dergisi tarafından Milli Miraslar listesinde 1. Sırada yer almış. Gece boyunca bu fiyortta yol aldıktan sonra yeni doğan güne açılan gözlerimizle Yedi Kardeşler Şelaleleri olarak anılan şelalelere şahitlik ederek varıyoruz Geiranger limanına. Limandan bizi alan tur otobüsleri üstümüze sinen şelale kokuları henüz etkisini yitirmemişken bizi 1476 metre yüksekliğindeki Dalsnibba dağının zirvesindeki kar kokularına ulaştırıyor. Keskin U virajlarla tırmandığımız zirveden Geiranger fiyordunun, 260 kişinin yaşadığı Geiranger köyüyle kucaklaşmasının seyrine doyum olmuyor. Tepeden beyaz bir kuğu gibi görünen gemimiz gerçek bir kuğu boyutunda buradan. Üst üste dizilmiş ufak taşlardan oluşmuş minik tepeciklerin arasından karlı zirveleri izliyor, buzul olmaya yüz tutmuş yılların biriktirdiği karların maviliğini keşfediyoruz. Taşların şimdilerde turistler tarafından üst üste dizilmesi çok eskiden gelen bir Norveç geleneğiymiş meğerse. Kışın yağan karlarda insanların yollarını kaybetmemek için üst üste koyduğu taşlar, şimdi dileklerin tutması ve buralara bir daha gelebilmek için sıralanıyor. Bu da görsel bir şölen oluşturuyor bizler için. Yılda 600.000 kişiye ev sahipliği yapan Geiranger köyünden Dalsnibba dağının zirvesine her yılın Haziran ayının son haftasında bisiklet, koşu ve paten yarışmaları da düzenleniyor. Bence sadece bu yarışmayı kazanan yarışmacıya değil, bu dik dağa tırmanmaya cüret eden tüm yarışmacılara madalya verilmeli diye düşünüyorum içimden.

    Hiking denen yürüyüş sporu ve rollerskating bu ülke insanlarınca yaygın olarak yapılıyor, bu yarışlar bekar ve dul olanların eş bulmasına da vesile oluyor. Nasıl mı? Bekarlar yeşil, dullar turuncu, evliler kırmızı bere takarak hiking yapıyorlar da ondan.

    Geirenger fiyordunun yine bir yan kolu olan 105 km’lik bir başka fiyordun bitiminde bulunan Styrn köyüne de merhaba deyip gemimizin kalkış limanı olan HELLESYLT’e geçiyoruz. Bu yolculuğumuzda bize Avrupa’nın en derin gölü olan Hornindal gölü ( 514 metre derinlikte ) , irili ufaklı şelaleler, alpaga ve keçi çiftlikleri, gürül gürül akarak Hellesylt’den denize dökülen buzul sularının oluşturduğu azmaklar eşlik ediyor.

    Günde 2-3 saat gün ışığının aydınlattığı soğuk kış aylarını saymazsak eğer, tanrının doğal güzellikler, yeraltı suları ve madenleri, petrol yatakları açısından Norveç’e biraz ayrıcalık yaptığı gerçeğine şahitlik ederek ayrılıyoruz beyaz geceleri doya doya yaşadığımız bu kuzey İskandinav ülkesinden…

    Arzu Özkaner ÖZKUŞ

    https://www.facebook.com/gezidostlariarzuozkus/