KENYA TANZANYA (ZANZİBAR)

NAİROBİ - MASAİ - MARA - ZANZİBAR

Masai Mara.

Beş Büyük

Aslan, Leopar, Fil, Bufalo, Gergedan ve diğerleri Zebra, Geyik, Ceylan, Antilop, Çita

Antilopların nehir geçişleri

Mara Nehri içindeki su aygırları ve hemen yanlarında güneşlenen timsahlar

Köle ticareti

Umman Sultanlığı , köle ticareti müzesi , Ston Town

Hint Okyanusunun mavi suları

Zanzibar Adası ve Hint Okyanusu


Program (8 gün)

1.Gün: 21 Temmuz Cumartesiİstanbul – Nairobi

17:30’da THY kontuarı önünde buluşuma. 19:50’de THY ile Nairobi’ye uçuş. Geceleme uçakta.

2.Gün: 22 Temmuz PazarNairobi – Masai Mara

6 saatlik bir uçuş sonrası Pazar sabah erken saatlerde Nairobi’ye varış. Giriş ve havalimanında alınacak vize işlemlerinden sonra otele transfer. Burada bir süre lobide dinlenme ve alınacak kahvaltı sonrası özel safari araçlarımızla masai Mara’ya hareket. Yaklaşık 5 saatlik yolculuk sonrası Masai Mara’ya varış ve otelimize yerleşme. Sonrasında safariye çıkıyoruz. Konaklama ve akşam yemeği Masai Mara’da Mara Sopa Loge’da.

3.Gün 23 Temmuz PazartesiMasai Mara

Sabah kahvaltısının ardından dünyaca ünlü milli parkta safarimize başlıyoruz. Başta "Beş Büyük" (Aslan, Leopar, Fil, Bufalo, Gergedan), olmak üzere, Zebra, Geyik, Ceylan, Öküz başlı Afrika Antilopu, Yaban domuzu, Çita gibi vahşi hayvanları bir arada görme olanağı buluyoruz. (Fotoğraf makinanız full şarjlı, yedek pilli ve limitsiz filminiz olsun). Ardından Mara Nehri içindeki su aygırlarının ve hemen onun yanlarında güneşlenen timsahları izliyoruz. (Antilopların nehir geçişlerine denk gelebilirsek vahşi doğanın acımasız görüntülerine tanıklık edebiliriz. Öğle yemeğinde sonra Milli park içinde yaşayan ve hayvancılık yaparak geçimlerini sağlayan dünyanın en ilginç kabilelerinden biri olan Masai yerlilerinin bir köyünü ziyaret ederek sosyal ve kültürel yaşamlarını inceliyoruz.

4. Gün: 24 Temmuz SalıMasai Mara-Nairobi

Sabah erken safari safari sonrası otelimize dönüyoruz. Sonrasında özel araçlarımızla 5 saatlik yolculuk sonrası Nairobi’ye dönüyoruz. Nairobi’nin en meşhur restoranı olan Carnivero’da yemek yemeye gidiyoruz. Sorasında ise otelimize dönüyoruz. Konaklama Nairobi’de.

5. Gün: 25 Temmuz ÇarşambaNairobi- Zanzibar

Sabah kahvaltı sonrası havalimanına transfer. Buradan Zanzibar’a uçuyoruz. Zanzibar’a varışımızın ardından otelimize transfer. Odalara yerleştikten sonra Zanzibar tarihinin en önemli merkezi olan ve Umman Sultanlığı döneminde bir zamanlar dünya köle ticaretinden dolayı depdebeli zenginler nedeniyle yapılmış sarayları, müzeleri (köle ticareti müzesi) ve konaklarıyla ünlü Ston Town’ı geziyoruz. Balıkçıların ve köylülerin getirdiği otantik pazarı gezip akşam üzeri yeniden otelimize dönüyoruz. Geceleme Zanzibar’da.

6. Gün: 26 Temmuz PerşembeZanzibar – Nungvi

Otelde alınan kahvaltı sonrası adanın kuzeyine doğru gidiyoruz. Gün boyu Zanzibar Adası’nın ve Hint Okyanusu’nun tadını çıkarıyoruz. Önce 18. yüzyılda dünya baharatının önemli bir bölümünü üreten adanın baharat bahçelerini geziyoruz. Burada her türlü tropikal meyvelerin tadına bakıyoruz. Öğleden sonra ise adanın doğu kıyılarında kendimizi Hint Okyanusunun mavi sularına bırakıyoruz. Konaklama Nungvi’de.

7. Gün: 27 Temmuz CumaZanzibar

Kahvaltı sonrası serbest zamanlı yine denizin ve Hint Okyanusunun tadını çıkarıyoruz. Öğle’den sonra otelden ayrılıp tekrar Ston Town’a dönüyoruz. Otelimize yerleştikten sonra alışveriş yapıp Afrika House Cafe’de muhteşem gün batımını seyrediyoruz. Geceleme Otelimizde.

8. Gün: 28 Temmuz CumartesiZanzibar-Darüsselam

Sabah kahvaltısının ardından tekneyle kaplumbağa adasına gidiyoruz. Burada 200 yıllık kaplumbağaları ve eski hapishaneyi geziyoruz. Sorasında kendimizi okyanusun lacivert sularına bırakıyoruz. Öğleden sonra Zanzibar’a dönülüp kısa bir alışveriş molası veriyoruz. Akşam üzeri havalimanına transfer. Saat 21:10’da yerel bir havayoluyla Darüsselam’a uçuş. Buradan uluslararası havalimanına geçiyoruz. 29 Temmuz Pazar gecesi saat 03:25’te Darüsselam’dan THY’nin tarifeli seferi ile İstanbul’a hareket. Gezimiz Pazar sabahı saat 10:30’da İstanbul Atatürk Havalimanı’nda sona eriyor.

Yorumlar: Bu gezi hakkında görüş bildiren kişiler

Tura katılan kişi sayısı :

Admin – Nisan 03, 2017:

Yorum 2

Ahsan – Nisan 01, 2017:

Yorum 1

Kişi 3 – Nisan 2017:

Yorum 2


Görüş Bildirin

Masailer

Elinde asası, üzerinde Maşallah yazılı gösterişli kıyafetler giymiş sünnet olmayı bekleyen yeni yetme çocukları gördüğünüz şöyle bir tebessüm edip geçer gidersiniz. Peki genç bir kızı böyle bir sünnet kıyafetleriyle görseniz ne düşünürsünüz? Her halde göz bebekleriniz o an yerinden oynayacakmış gibi olur, “iyi ama nasıl?” diye çakılıp kalırsınız. Varın siz kafanızdan olmadık senaryo üretedurun, dünyanın farklı coğrafyalarında bu kültüre hiç de şaşırmayan topluluklar var hala. Kimler mi? Kenya ve Tanzanya topraklarında yaşayan ve geleneksel yaşamlarını tamamıyla koruyan Masai yerlileri. Dünya’nın en önemli doğal yabani hayatının olduğu ve bu nedenle birer safari cenneti sayılan Serengeti ve Masa Mara topraklarında yaşayan Masai yerlileri teknolojinin tüm donanımlarına sahip 4X4 jiplerle dolaşan “modern dünyalılara” hiç aldırış etmeden yaşamlarını, 800 yıllık geçmişlerinin ilk günkü geleneksel motiflerini günümzde de koruyarak sürdürme gayreti içindeler. Burada geçirdiğim günler içerisinde bunu başarmalarının sırrını düşündüm ve sorunun cevabını buldum sanırım. Evet, Masailer yaşadıkları toprakların onlara sunduklarıyla yetinilmesi gerektiği fikrini yaşam felsefesi haline getirdikleri için başkaca bir arayışın içine girme ve bu yaşam biçimlerini değiştirme gereği duymuyorlar. İşte bu özelliklerinden dolayıdır ki Masailer, yeryüzünde modern dünya ile bu kadar içli dışlıyken kendi geleneksel yapılarını en iyi koruyan ve modern dünyayı reddeden topluluk olarak yeni dünyanın dikkatini çekmeye devam ediyorlar. Onları tüm dünyada çok özel kılan durumda bu zaten. Masailer, belki de yerkürede kendilerini doğa koşullarına en iyi uyduran topluluk olma özelliğine sahipler. Sayıları bir milyonu bulmasa da onlar tümüyle doğayla iç içe yaşıyorlar ve değil savaşmak ve kavga etmek, tartışmanın, kızgınlığın, küskünlüğün bile ne olduğunu bilmiyorlar. Yalnızca süt ve ineklerin şah damarlarından çıkardıkları al kanları içiyorlar. Mısır unundan yaptıkları “ugali” adlı hamurdan başka bir de bitki ve ağaç köklerinden elde ettikleri yiyeceklerle yaşamlarını idame ettiriyorlar. Günlük yaşadıkları için “Yarın ne yerim, ne yaparım?” diye düşünmüyorlar. “Hele bir yarın olsun, o zaman düşünürüz ne yapacağımızı” diyecek bir hayat felsefesine sahipler. Bu özellikleri onları diğer dünyalılardan bütünüyle ayırıyor. Manyata adı verdikleri 5-10 evden oluşan köylerde, ağaç dalları ve besledikleri hayvanların tezeklerinden yaptıkları, pencere ve kapısı bulunmayan küçücük evlerde yaşıyorlar. Masailer tek tanrıya inanıyorlar. Doğaya hükmeden tek tanrıları olduğunu düşünüyorlar ve her günün sabahında ilk iş olarak yeni bir günün gelişine şükretmek amacıyla havaya bir avuç süt saçarak tanrıya minnettarlıklarını belirtiyorlar. Aslında tam bir teslimiyetçi zihniyete sahipler. Bu nedenle imkan ve ellerindeki olanaklarla yetinmeyi biliyorlar ve fazlasını asla talep etmiyorlar. Budan dolayıdır ki bildiğimiz insan hırsı onlarda mevcut değil. Masailer’in hiç şüphesiz en ilginç geleneği, 13-14 yaşlarındaki erkek çocuklarıyla birlikte, aynı yaşlardaki kız çocuklarının da sünnet ediliyor olmaları. Kadınlar da erkekler de yetişkinliğe ilk adımı sünnetle atıyorlar. Bu yüzden, sünnet çok önemli bir kutlama günü olarak görülüyor. Erkekler vücutlarını tepeden tırnağa boyarken, genç kızlar saçlarını örüp en güzel takılarını takıyorlar. Köy meydanında toplanarak dans edip şarkı söylüyorlar. Erkek sünnetleri genelde bir cesaret gösterisine dönüşüyor. Hiç bir uyuşturucu verilmeden sünnet yapılmasına rağmen, genç çocukların gözünde korku izlerine rastlanmıyor. Aksi takdirde ailesini utandıracağını ve daha da kötüsü ilerde hiçbir kızın onunla evlenmek istemeyeceğini biliyor. Genç kızlarda ise “emorota” adı verilen bir sünnet yöntemi uygulanıyor. Genital organdan bir parça alınarak sözde genç kızlığa adım atılıyor. Tüm dünyanın tepkisini çekse de bu gelenek dış dünyaya pek aldırış edilmeden sürdürülüyor. Aileleri kızlarının evlilik öncesi değerinin yükseleceğini düşündükleri için hala bu yola başvuruyorlar. Masaili erkekler, çok eşli evlilikler yapıyorlar. Eşi yeni bir kadınla evlenen Masaili bir kadın ise bu duruma hiç itiraz etmediği gibi, bilakis seviniyor bile. Çünkü Masaili kadın için yaşamsal yükün paylaşılması anlamı taşıyor bu durum. Tüm dünyada olduğu gibi Masailer’de de hayatın yükü ağırlıklı olarak kadınların omuzlarında. Erkekler sopasına dayanmış evde otururken kadın çalışıyor, yemek getiriyor, çocuğa bakıyor ve de doğuruyor. Tüm bunlara rağmen kadının günlük hayata yön veren bir yapısı var. Her şeye o karar veriyor. En önemlisi kimden çocuk doğuracağına kendisi karar veriyor. Çok eşlilik olduğu için çocuğun gerçek babasının kim olduğu pek bilinmiyor. Ancak bu durum kocalar ya da erkekler tarafından pek bir normal karşılanıyor ve o kültür içinde hiç de garip karşılanmıyor. Masaili erkeklerin kulak memeleri kesiliyor ve bir delik açılıyor. Yaş ilerledikçe bu delik iyice genişliyor. Erkeklerin en önemli özellikleri inanılmaz zıplama yetenekleri. Her biri, hiç istisnasız en az bir metre zıplıyor. Zaten danslarında sadece zıplamak yer alıyor. Bu egzersiz onların vücutlarını daha estetik hale getiriyor. Çoğunun uzun boylu olduğunu söylemek mümkün. Giyim tarzlarını da yüzyıllardır koruyorlar. Erkekler değişmez kırmızı ve tonlarıyla oluşturulan kumaşları özel bir yöntemle vücutlarına sararken kadınlar ve genç kızlar renk renk boncukları dizerek yaptıkları el, kol, ayak ve boyun takılarıyla göz kamaştırıyorlar. Masailer için yaşadıkları topraklar, sonsuza kadar uzanıyor… Ancak safari turizmi için ulusal parka dönüştürülen bölgelerde yabanıl yaşamın korunması amacıyla getirilen kısıtlamalar, her geçen gün onların doğal yaşam alanlarının bir bölümünü alıp götürürken, bu renkli kabile tüm çevresel baskılara rağmen geleneksel yaşamlarından daha uzun süre ödün vermeyecekler gibi görünüyorlar.

NAİROBİ / KENYA

“Beyazlar geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatarak dua etmesini öğrettiler. Gözümüzü açtığımızda, bizim elimizde İncil, onların elinde ise topraklarımız vardı…” – Kenu Kenyatta Avrupa ülkelerinin bir kısmını, Asya kıtasının büyük bir bölümünü, Güney ve Orta Amerika ülkelerinin tamamını gezmiş birisi olmam bir yana, kara kıta Afrika’nın derinliklerine doğru kaybolup gitme isteği içimde hep artarak devam etti. Üstelik bazı Kuzey Afrika ülkelerine gitmiş olmama rağmen Afrika sevdasıyla yanıp tutuşan gönlümde bu durum azıcık bir teselli yaratmadı. 2008 yılının yaz tatili yaklaşırken koca bir Afrika haritasını önüme serip çok büyük bir heyecanla rota çalışmalarına başladım. Öncelikli hedefim koca kıtayı dört beş parçaya bölüp her bir bölümünü yaz tatillerinde birer aylık zaman dilimi ayırarak tek başıma ya da bulduğum bir yol arkadaşıyla gezmekti. İyi de hangi parçadan gezmeye başlayacaktım? İlk önce Nijerya’dan başlayıp şöyle Senegal’e kadar olan kısmı karayoluyla gezerek tamamlama fikrim ağır bastı. Ardından “yok yok, en iyisi ben önce Güney Afrika’ya uçayım; ardından Namibya üzerinden Botswana’ya geçer, oradan da Zambezi Nehri ve Viktoria Şelalesi’nde finali yaparım” diye düşündüm. Bir dizi çalışmadan sonra geziye Kenya’nın başkenti Nairobi’den başlamaya karar verdim. Ancak oradan tam yol güneye doğru inip kıtanın en güney ucundan mı çıksam; yoksa rotayı Afrika’nın tam ortasına doğru çevirip bir daire çizerek geri mi dönsem diye düşündüm. Nihayet ikincisinde karar kıldım. Böylece rotamı kesinleştirdim. Kahire üzerinden Kenya’nın başkenti Nairobi,ye, oradan Masai Mara’ya, Nakuru üzerinden Orta Afrika’nın en şirin ülkesi Uganda’yı, Afrika’nın en büyük gölü olan Viktorya kıyısından devam edip yakın zamanda Hutu ve Tutsilerin birbirini boğazladığı ve dünya tarihinin en büyük trajedilerinden birinin yaşandığı Ruanda’yı, sosyal çalkantıların hala durulmadığı Burundi’yi, Afrika’nın en yüksek dağı olan Klimanjaro ve onun çevresindeki yabanıl hayatı ve cennet adalardan biri olan Zanzibar’lı Tanzanya’yı gezip tekrar Nairobi’den sağ salim dönmeye çalışacaktım. İşte bu düşünceyle, her zaman olduğu gibi küçücük bir sırt çantasıyla yollara düştüm. İki saatlik bir uçuşun ardından Kahire’de 50 dereceye varan sıcaklıkta kendimi bekleme salanlarından birine atıp birkaç saatlik aktarma süresini bekledim. Daha önceden gezdiğim için mi yoksa sıcağa olan tepkimden mi bilemiyorum, kafamı kaldırıp şöyle bir Kahire’ye bakma gereği bile duymadım. Bu duruma gideceğim yerlerle ilgili elimdeki kitabı karıştırma isteğinin ağır basmasının da etkisi oldu elbette. Nihayet dört saatlik ek bir uçuşun ardından Kenya’nın başkenti Nairobi’deki Kenyatta Havalimanı’na indim. Kenyatta ismi her ne kadar burada sadece Kenya’nın kurucusu olarak bilinse de; onun ismi bana doğrudan Coğrafi Keşifleri ve yukarıdaki sözü çağrıştırıyor. Zira Avrupalıların keşiflerden sonra gittikleri yerlerde yaptığı zalimce ve acımasız uygulamalarını en iyi özetleyen sözün sahibi de o. Tabii bu zalimce davranışlara en fazla maruz kalan milletlerin başında onunda ataları olan Afrikalılar geliyor. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte havaalanından dışarıya adımımı attığım andan itibaren büyük bir şok yaşıyorum. Ekvator’un sürekli yaz mevsimi yaşayan sıcak bölgeler olduğunu yıllarca öğrencilere anlatıp duran bendeniz, şimdi burada soğuktan donuyorum. “Bende mi bir anormallik var” diye düşünürken etrafımdaki insanlara baktığımda hepsinin kalın kalın montlar giydiğini görünce sorunun bende olmadığını anladım. Ancak bu defada kafamda başka bir soru belirdi. “Acaba Kenya yerine yanlışlıkla başka bir ülkeye mi geldim?” Önce gidip bir lavaboda yüzümü yıkayıp iyice uykumu açtıktan sonra görevlilerden birine durumu sorduğumda mesele anlaşıldı. Evet doğru gelmişim ama soğuğun sebebi hiç hesaplamadığım yükseltiymiş. Meğer başkent Nairobi 1660 metre yüksekliğinde bir platonun üzerine kurulduğu için sabahın ilk saatlerinde her dem böyle soğuk olurmuş. Her zamanki gibi havaalanından kente gitmek için taksicileri bertaraf edip uyarılara hiç kulak asmadan külüstür bir otobüsüe atlayıp şehrin yolunu tutuyorum. Etraf aydınlanmaya başladığında insanların güruhlar halinde şehir merkezine doğru yürüdüklerini görüyorum. Bindiğimiz aracın şoförü öylesine çılgındı ki; içerideki onca yolcuya rağmen diğer araçların önüne geçebilmek için zaten olmayan yolun birde şarampolüne inip hepimizi bir sağa bir sola yatırarak kelle koltukta ilerliyor. Dışarıda hızla yürüyen kalabalık ise sanki aldıkları bir haber üzerine karşı kabileyle savaşmaya gidiyor. Her an bir olay çıkacakmış gibi bir hava sezinliyorum. Hani hiç de haksız sayılmam. Çünkü daha birkaç ay önce bu kenar mahallelerde seçimler ve kabile çatışmaları nedeniyle yüzlerce kişi insanın kanını donduracak şekilde dövülerek öldürülmüştü. Bir anda merak duygumun yerini hafiften endişeye meyil verdiğini fark ettim. Şehrin merkezine doğru yaklaştıkça durum biraz daha normalleşmeye başladı. İş merkezleri ve nispeten daha düzgün giyimli insanlar belirdi ortalıkta. Nihayet yemyeşil bir parkın içinden geçip yüksek katlı iş merkezleri ve lüks otellerin bulunduğu şehir merkezine geldiğimde endişem yerini yeniden keşfetme duygusuna bıraktı. Başkent Nairobi yerel dilde, “yeşil ve sulak yer” anlamına geliyor. 2,5 milyonu aşkın nüfusuyla Doğu Afrika’nın en büyük şehri. İşsizliğin her Afrika ülkesinde olduğu gibi burada da alıp başını gitmesi, kentin modern merkezinin çevresinde geniş bir gecekondu halkası ve beraberinde ciddi bir güvenlik sorununa neden olmuş. 1899’da bir demiryolu kampı olarak kurulmasından sonra öylesine hızlı büyümüş ki; bir süre sonra Hint Okyanusu kıyısında olan Mombasa’nın başkent olma özelliğine son vermiş. Bu hızlı gelişim Nairobi’yi bugün Afrika’nın politik ve finansal olarak önde gelen şehirlerinden biri haline getirmiş. Ekvator’un sadece 150 kilometre güneyinde (1 derece Güney Enlemi) olmasına rağmen 1660 metre yükseklikte olduğu için nemli ve bunaltıcı bir havası yok. Etrafı yemyeşil ve verimli tarlalarla dolu. Siyah derili insanların arasında lüks arabalı ve yahut eli çantalı batılılara da rastlanıyor. Hatta daha bu sabah benimle birlikte aynı uçaktan otuz kişilik bir Türk işadamı grubu kente giriş yaptı.

BİR DUNYA CENNETİ: MASAİ MARA (1)

Uçsuz bucaksız düzlükleri ve diz boyunu aşan savanları, geniş düzlüklerin içine tek tük serpiştirilmiş olan yabani akasya agaçları, koca bir bufaloyu biraz önce mideye indirmiş, avlanmanın yorgunluğu ve yemeğin ağırlığı ile sere serpe uzanmış yatan koca bir aslan sürüsü, bir taraftan geviş getirirken diğer taraftan etrafı kolaçan eden desenli desenli ürkek zebraları, yakıcı güneşin altında suya hasret ilerleyen öküz başlı antilopları, koca bir ağaca uzun boynunu uzatmış dikenlere takılmadan yaprak yiyen ve yerçekimine meydan okur bir vaziyette garip bir aksaklıkla yürüyen zürafaları, gezegenimizin en hızlı hayvanı olması yanısıra, zarif ve estetik vücuduyla tüm yaban alemi içinde en fazla ilgiyi gören anne çita ve onunla oynayan dünya tatlısı yavruları, üç tonluk iri cüssesi ve bir metreyi geçen boynuzu ile koca bir kamyonu rahatlıkla devirebilecek güçteki ilkel zaman yaratıklarını andıran gergedanları, yabanıl hayatın en vahşi görüntülerinin sergilendiği büyük göçler sırasında nehrin geçit veren kuytularında sinsi sinsi bekleyip su altından korkunç bir fırlamayla koca antilopları birkaç saniyede paramparça eden timsahları ve onların sahte gözyaşlarını, çamur deryasına bürünen nehrin aşağı kısmında suyun tadını çıkaran ve şekerlemeye yatmış devasa ağızlı, dev gövdeli su aygırları, korkunç çığlıkları ve koca bir ağacı yerinden söken karadaki en büyük memeliler olan filleri, ve leoparlarları, ve akbabaları, ve devekuşları, ve flamingoları, ve yaban domuzları, ve sırtlanları, ve.., ve…ve… Dünya’nın bir başka kıtasında aslabenzeri olmayan Afrika Savanlarında olağanüstü bir doğa ve o doğanın kendine özgü kanunlarıyla sürüp gidip bir döngüsel yaşam zinciri. İşte burası Afrika, burası Masai Mara. Hani bazen büyük şehirlerin ana caddelerinde insan selinin akıp gittiği kalabalıklardan fenalık geçirip kendimizi şehrin hengamesinden soyutlayıp şöyle doğayla baş başa kalacağımız geniş ve ferah düzlükleri hayal ederiz ya, işte o düzlüklere gittiğimizde bu defa da yalnızlığın hınzır uğultusuyla yüzleşmek zorunda kaldığımız anlar olur. Oysa küremizde öyle bir yer olmalı ki, içimiz ferah gönlümüz huzurla dolsun, ama yalnız olmayalım, etrafta alabildiğine canlı bir hayat olsun, ama rutin kalabalıklar olmasın, ruhumuzu alabildiğine dinlendirelim, ama içinde çokca heyecan, hatta adrenalin eksik olmasın. Hayal edilen böyle bir yer fizandan bile öte olsa kalkıp gidilmez mi sizce? İşte ben böyle bir hayalin peşine takılıp, gerçektende Libya’nın Kuzey Sahara Bölgesi’ndeki Fizan’dan çok daha ötelere, Kenya ile Tanzanya arasındaki insandan uzak ama yabanıl hayatın belki de yeryüzünde en görkemli olduğu Masai Mara’ya gitmek için fotoğraf sanatçısı sevgili dostum Ahmet Öztürk ile birlikte yollara düştüm. Bir süre Nairobi sokaklarını turladıktan sonra peşimize takılan safari turlarının elemanlarından yakamızı kurtaramayınca çareyi oturup pazarlık yapmakta bulduk. Genel olarak Kneya’da safari turları ortalama üç gün sürüyor ve bu üç günlük safarinin bedeli yaklaşık olarak 500 dolar civarında. Ancak bu fiyata altı saat süren yolculuklar, 40 dolarlık milli parka giriş ücreti, üç gece konaklama, günde üç öğün yeme içme ve konaklama ile tüm rehberlik hizmetleri ve fotoğraf çekmek için özel tasarlanmış jipler de dahil. Sonunda bizi havaalanından beri takip ettiğini söyleyen “Big Time Safari”nin yetkilisiyle sıkı bir pazarlığın ardından günlüğü her şey dahil 70 Dolardan sıkı bir pazarlık yaparak anlaşıyoruz. Hazırlıkları tamamladıktan sonra Nairobi’yi çıktığımızda uluslar arası safari ekibimiz tamamdı. İki Kanadalı, iki Slovenyalı, bir Danimarkalı, iki Türk ve bir Kenyalı. Yemyeşil bir doğayla çevrili virajlı yollardan ilerlerken zaman zaman kırmızı renkli bereketli topraklar sahiplerinin emeklerine cömertçe karşılık vermiş görünüyordu. Geniş çay ve kakao bahçeleri hasat edilmeyi bekliyordu. Bir süre sonra yüksek bir tepede mola vererek derin Rift Vadisi’nin alabildiğine geniş ve büyüleyici doğa manzarasını seyre daldık. Başkentten uzaklaştıkça yol iyice bozulmaya başladı. Üstelik de geçtiğimiz yol ülkenin en işlek güzergahlarından birini oluşturmasına rağmen. Bir süre sonra tepelerden inip geniş düzlüklerde tüm iç organlarımız yer değiştirecek şekilde ilerlerken, coğrafi koşullarda iyiden iyiye değişmeye başlamıştı. Yolculuğumuzun başlangıcındaki cennet mekan yeşillikler yerini çorak bir bozkıra, toz duman bir yola ve nihayet yavaş yavaş Masai çobanlarının koca boynuzlu inek sürülerine bırakmıştı. Perişan bir halde ilk olarak öğle yemeği molası verdiğimiz Narok kentine vardık. Yarım saatlik bir silkelenmeden sonra ancak üzerimizdeki tozları atıp öğlen yemeğine oturabildik. İstanbul’dan çıkarken acele ve telaşla bulaşıcı hastalıklara karşı bir tedbir almadığımız için sıtma riskine karşılık ilaç tedarik ettikten sonra ana yoldan saparak Masai Mara Milli Parkı’nın ve bu parkın çevresinde yaşayan Masai yerlilerinin bulunduğu rotaya girdik. Bir süre sonra bozuk olan anayolu bile aramaya başladık. “Turistlerden bunca para alıyorsunuz, iyi güzelde niye bu yolları biraz onarmıyorsunuz?” diye sorduğumda kaçamak cevap verme isteğinden mi, yoksa gerçekten öylemi düşünüyorlar anlamadım ama bana, “Bu doğal ortamın bozulmasının istemediğimiz için yolu bilerek yaptırmıyoruz” diye kaçamak bir cevap verdi. (İyide şehirlerarası yollarınız bile bozuk!) Evlere şenlik bir altı saatlik yolculuktan sonra perişan bir halde Masailerin yaşadığı köylere ve milli parkın yakınlarına geldik. Aktarmalarla birlikte bir tam gün süren uçak yolculuğumuza müteakip berbat bir karayolu yolculuğu ve uykusuzluğumuza rağmen Masai yerlileri ve yaban hayvanlarını görünce tüm yorgunluk ve uykusuzluğumuzu bir anda unutup hemen makinelerimize sarılarak susuzluktan sürünen bir bedevinin çölde bir vaha bulması misali çatır çatır deklanşörlerimize basmaya başladık. Çocukluğumdan beri her gördüğümde televizyonun başına çakılıp kalarak soluksuz izlediğim Afrika savanlarının vahşi doğasındaki yabanıl hayatın nihayet tam orta yerindeydim. Milli parkın hemen kenarında bir Masai köyünün yanında yer alan kampımıza eşyalarımızı yerleştirdikten sonra hemen aracımızın üst bölmesinde çekim yapmak için tasarlanmış özel bir bölmeden çıkarak etrafımızdaki hayvanlara dikkat kesilmeye başlıyoruz. İlk karşılaştığımız büyük sürü sevimli antiloplar oldu, onları, ürkek zebra sürüleri izledi , derken dev boyunlu zürafalar sahnedeki yerini aldı. Fotoğraflar makinelerin hafızalarını hızla doldururken aslında hepimizin hayalini belli etmesek de bu vahşi doğanın karalını görmek süslüyordu. Rehberimizin ani bir hareketle bir çalının etrafını dönmesiyle iri yeleli o görkemli kralla göz göze geliverdik. Bizim heyecandan kalbimiz küt küt atarken hiç umursamaz hali biraz şaşırttı bizi doğrusu. Ara sıra hiç umursamaz bir halde gözümüze bakıp sonra hiç aldırış etmeden kendi özel hayatlarına devam ederken hemen önümüzdeki bu yaratıkların nasıl birer katile dönüşebildiklerini tasavvur edemedim. İnsan o durağan ve dingin hallerini görünce aslanların vahşi olabildiklerine inanası gelmiyor. Bir ara rehberimize “Ya! araçtan inip şu aslanları biraz sevsek olmaz mı” dediğimde “akşam yemeğine meze olmak istiyorsan neden olmasın” cevabını aldım.

AFRİKA’NIN SİYAH İNCİSİ: ZANZİBAR

Afrika’nın doğu sahillerinden Hint Okyanusu’na geniş bir pencere misali açılan, yüzyıllarca farklı kültürlerin bıraktığı izler üzerine şekillenen zengin tarihi mirası, 8. yüzyılın Endülüslerden kalma Magriblerin ülkesi Fes sokaklarını andıran gizemli daracık sokakları, sanat harikası eski cumbalı evleri, birbirinden şık işlemeli ahşap kapıları, sahillerini süsleyen palmiyeleri, gümüş parıltılı beyaz kumlarla çevrili masmavi plajları, az ötede Turkuaz’a bezenmiş deryalarda yelkenleri fora edilmiş fulika tekneleri, yüzlerce çeşit baharat bitkileri, sayısız balık türleri, hala eski alışkanlıklarını hatırlatan geleneksel pazarları ve tüm bunların yanı sıra geçmişten günümüze köprü kuran sıcak kanlı insanlarıyla muazzam bir kültür ve doğa hazinesi olarak yeniden keşfedilmeyi bekliyor Zanzibar. (eski ismiyle Zengibar) Doğu Afrika’nın gizemli ülkesi Tanzanya’nın doğu sahillerindeki liman kenti ve yakın zamana kadar başkenti olan (Şimdilerde Dodoma) Der es Selam’dan kalkan uçağımız daha birkaç bin fit’e ulaşmadan yeniden lastik pabuçlarını toprağa sürtmeye başladı. Zira topu topu 70 kilometrelik bir uzaklık için uçağın tamamıyla havalanması gerekmiyordu. 10 dakikalık kısa bir uçuşun ardından Asya, Avrupa ve Arabistan’ı Afrika’ya bağlayan bir köprü, bir zamanlar Umman Arap Devleti’ne başkentlik yapmış Zengibar Sultanlığı’nın ve Hint Okyanusunun batıdaki incisi eşsiz baharat adası Zengibar topraklarına öğle vakti ayak basıyoruz. Küçük bir minibüse atlayıp adanın en göz alıcı merkezi, her sokağında ayrı bir tarih fışkıran Ston Town’a vardığımızda sıradan otellerin gecelik fiyatlarının en az 100 dolardan başlaması bizi oldukça şaşırttı. Daracık sokakların arasından ilerleyerek uzun aramalar sonucu 19.yüzyıldan kalma oldukça döküntü sayılabilecek eski bir evin hafif bir restorasyondan geçerek pansiyon haline dönüştürülen mütevazı bir pansiyona yerleşiyoruz. Hatırı sayılır bir restorasyondan geçirilip yerel mimari dokuyu koruyarak yapılmış oteller ise yanına yaklaşılacak fiyatların çok çok üzerinde seyrediyordu. Sırf bu yüksek fiyatlar bile bu sihirli ve tarihi adanın hala ne kadar önemli olduğunun bir göstergesiydi. Otele yerleştikten sonra Afrika karasının adeta bedeninin dışında atan bir kalbi konumundaki adayı keşfe çıkıyoruz. 12. yüzyılda bazı Arap ve Fars tüccarları adaya geldiklerinde siyah derili yerlileri görünce Farsça’da “zencilerin sahili” anlamına gelen “Zangi bar” adını vermişler. Vakti zamanında birkaç balıkçının uğrak yeri dışında hiçbir özelliği olmayan adanın bu sıradanlık görüntüsü dünyanın bir çok bölgesinde olduğu gibi Coğrafi Keşifler’den sonra değişmeye başlamış. Portekizli gemici Vasgo de Gama 16. yüzyılın başında bu kıyılara geldiğinde adanın üzerinde bir güneş ışığı parlamaya başlamış. Takip eden yüzyıllarda köle, baharat ve fildişi ticaretinin merkezi, Hindistan ve Uzak Doğu’nun yanı sıra Avrupa’dan gelen gemilerin mutlak uğradığı bir liman konumuna dönüşmüş. 1503 – 1698 yılları arasında Portekiz hakimiyetinde kalmış. Kalmış kalmasına da aslında bu durumda Osmanlı’nın da bir etkisi yok değil hani. Devir Kanuni’nin kılıcının her iki yönünün keskin olduğu devirdir. Derhal yedi düvele haber salınıp mutlak biat edilmesi istenirken Portekizli gemicilerin Hint Okyanusu kıyısındaki Osmanlıya rahat vermemesi donanmanın Hint seferine çıkmasına neden olacaktır. Üstelik o donanmanın başında da tarih kitaplarımızın yaza yaza bitiremediği, adına nice methiyelerin dizildiği şu ünlü haritacımız ve denizcimiz olan Piri Reis vardır. Ancak bu seferlerde Portekizlilere karşı başarılı olunamadığı için Piri Reis’in kellesi gidecektir. Osmanlı’nın gerileme dönemine girmesinin ardından kurulan Umman Sultanlığı 1698’de tüm güney kıyılarını ve Zanzibar’ı kendi topraklarına katar. Sonraki yıllarda Zanzibar’ın uluslararası piyasada büyük önem taşıyan baharat, fildişi ve köle ticareti sayesinde elde ettiği büyük zenginliği göz önüne alınarak başkent 1840 yılında Muskat’tan Zanzibar’ın Stone Town yerleşimine taşınır. Özellikle bu yıllardan itibaren adanın iç kısımlarında üretilmeye başlanan çeşit çeşit baharat Karanfil, hindistancevizi, susam ve reçine gibi ticari ürünler yetiştirilir ve şehrin limanlarından ihraç edilir. Bu baharatlar için eski gibi çok daha uzun yolculuklar yapılarak Güney Doğu Asya kıyılarına gidilmesine pek gerek kalınmayacaktır. Ondan daha da önemlisi köle ticareti sayesinde Zanzibar’da müthiş bir zenginlik kendini göstermeye başlar. Bu ticaretleri elinde bulunduran sülale erbabı ve diğer Arap tüccarlar zenginliklerini adada görkemli saraylar yaparak gösterirler. Bugünkü tarihi yapıların büyük çoğunluğu da o zenginlikler döneminde yapılır. Adada yaşayanların tamamına yakınının Müslüman olması 1877 yılında Abdülhamit ve Zanzibar Sultanını İstanbul’da bir araya getirecek, arada dostane ilişkiler başlayacak ve dahası Osmanlılar bu zengin adada bir elçi bulundurmaya başlayacaktır. Ancak aynı dönemde İngilizler kendileri başlattıkları köle ticaretini kensi siyasi çıkarları için yasaklama yoluna gidince Zanzibar eski şaşalı günlerini birden kaybetmeye başlar. O döneme kadar Doğu Afrika’nın dört bir yanından toplanan yüz binlerce köle Zanzibar’a getirilir, burada toplandıktan sonrada gemilere doldurularak özellikle Ortadoğu, Osmanlı ve Avrupa ülkelerine satılır. Umman Sultanlığı’nın İngilizlerin kolonisi olması üzerine Zanzibar’da uzun yıllar İngiliz valilerince yönetilmeye başlar. Nihayet 1964 tarihinde bugün özerk bölge olarak bir parçası olduğu Tanzanya‘ya bağlanır. Tabi o yılların şaşalı döneminden geriye bir dolu tarihi yapı kaldığı için Unesco tarafından dünya miras listesindeki yerini çoktan almış durumda. Bize de şimdi bu egzotik ve tarih yüklü adayı detaylı bir şekilde keşfetmek düşüyor.

BÜYÜLÜ ADA ZANZİBAR

Geçen hafta detaylı olarak ele aldığım Zanzibar tarihinin ardından artık bu sihirli adayı keşfe çıkabiliriz. Bir önceki yüzyıldan kalma dar sokaklı tarihi yapıların arasında kaybolmaya başlıyorum. Burası özerk bölge olarak yönetilen adanın en eski yerleşiminin 600 bin nüfuslu başkenti Ston Town. Dış cephesi artık iyice kirlenmiş olan, hatta virane görünümlü evlerin içinde insanların hala yaşadığı Unesco korumasındaki bu yaşlı kentte hayat olanca hızıyla akıp gidiyor. Bunun en iyi göstergesi ise ilkokul çağındaki çocukların bu dar sokaklarda, birbirinden şık önlükleriyle koşuşturmalarıydı. Bu virane görünümlü evlerden bazıları restore edilip turizmin hizmetine girmiş durumda. Ancak girişimcilerin çoğu Avrupalı, Ortadoğulu ve hatta Hintlilerden oluşuyor. Bu taş ketteki evlerin en ilgi çekici yanları ise hiç şüphesiz, ahşap işlemeli tarihi kapıları. Magriplerin ülkesinde (Fas), tüm kentlerde bulunan birbirinden ilginç “bab” denilen giriş kapılarının aksine burada şehrin değil tüm evlerin giriş kapıları çok ilginç. Ahşap kapıların her birinin en az yüz yıllık bir geçmişinin olduğu her hallerinden belli. Lübnan’ın yüksek tepelerinde yetişen dayanıklı sedir ağaçlarından yapıldığı biliniyor. (Öyle ya, II.Ramses de Hititlerle yaptığı Kadeş Savaşı’nda tazminat olarak, Hitit Kralı Şupililuma’dan Nil’deki gemilerini yüzdürmek için Lübnan sediri istemesi boşuna mıydı?) İçinde insanların yaşamadığı evlerin tarihi kapılarının çoğu tarumar olmuş durumda. Sadece orijinal kapı satan dükkanlar düşünüldüğünde, bu sahipsiz evlerin kapılarının o dükkanlarda satıldığını anlamak pek zor değil. Bazı evlerin kapıları ise işin ehli ustaların elinden geçerek hem pırıl pırıl olmuş hem de eski geleneklerin izlerini korumuş görünüyordu. Evlerin dış cepheleri ne kadar döküntü görünse de beyaz kireç ve yeşil renkli panjurları zor da olsa belli oluyordu. Eski bir evin döküntü bir kapısını “gaarrççç” diye açıp içeri girdiğinizde, yüksek tavanlı eski bir Arap odasıyla karşılaşıyorsunuz. Yüksek katlı taş duvarların gerisindeki tarihi burçların arasında, yönleri açık okyanustan gelen tehlikeye dönmüş, yivleri paslanmış toplar sıra sıra bekliyor. Bunlar arasında, Abdülhamit döneminde buraya gelip yaşayan bir Osmanlı sefirinin, yarı saray biçimli konağı da bulunuyor. Kentin nüfusunun hemen hemen tamamı Müslümanlardan oluştuğu için, çok kötü makamda okunsa da ezan sesleri eksilmiyor. Küçük yaştaki öğrenciler okullarından dağılınca doğruca medreselerin yolunu tutup mollalardan dini eğitim alıyorlar. Adadaki en dikkat çekici yapılardan biri de, deniz kıyısında bulunan ve ‘Beytu’l-Acâib’ adı verilen tarihi bina. Şu anda müze olarak kullanılan bu bina 1911 yılında, o dönemde adayı yöneten İngiliz valisi tarafından yaptırılmış. Yerliler tarafından acayip diye adlandırılmasının nedeni ise binanın hem asansörlü olması, hem de elektrik kullanılmasından dolayı geceleri pırıl pırıl parlamasıymış. Çarşı pazar dolaşırken, Vahit adında bir yerli genç Türk olduğumuzu duyunca hemen muhabbetimize komik aksanlı Türkçesiyle ortak olmaya başlıyor. Meğer Vahit 3 yıl İstanbul’da çalışmış. Bu arada da yapmadığı iş kalmamış. İstanbul’u anlata anlata bitiremiyor. Bütün gün dolaştıktan sonra, güneşin ufuk çizgisi gerisinde iyice kızıla büründüğü ve yelkenli teknelerin arasında kaybolmaya yüz tutuğu anda, bu anın tadını çıkarmaya çalışan ecnebilerin parmakları tek tek deklanşörlere komut veriyordu. Bembeyaz kumsalın hemen gerisindeki mütevazı restoranlardan birine kapağı atıp, bölgenin meşhur deniz ürünlerini ve tropikal meyvelerin her türlüsünü deniyoruz. Ertesi gün Vahit’in gönüllü rehberliğinde, adanın merkezden uzak, sahil ve iç kısımlarındaki baharat yetiştirilen köylerini geziyoruz. Kent merkezinden uzaklaşıp kıyı boyunca kuzeye doğru yol alıyoruz. Adanın özellikle en kuzeyindeki Nungwi köyüne vardığımızda bembeyaz kumlar ve palmiye ağaçları arasında otantik yapılarda bir süre ruhumuzu dinlendiriyoruz. Öğleden sonra bu kez kendimizi kırmızı renkli, daracık toprak yollara vurup yemyeşil tropik bölgenin içinden geçerek baharat tarlalarına doğru yol alıyoruz. Yeşilin bütün tonları ile tropik bitkilerden hindistan cevizi, mango ve muz ağaçları hemen hemen her tarafta karşımıza çıkıyor. Bir süre sonra her türlü baharatın yetiştirildiği ve bir zamanlar adanın, altından daha değerli olan bu sihirli bitkilerin yetişme alanlarını yerinde görüyoruz. Bu ada her çeşit baharatın cömertçe yetiştiği topraklara sahip. Baharat ağaçlarından oluşan tarlalar kendi tabii ortamlarında rehberler kanalıyla tanıtılıyor. Baharat olarak akla bir çok çeşit baharat türüyle karşılaşıyoruz. Rehber bu baharatların ağaçlarına götürüyor, ağacından kopardığı numuneyi gösteriyor, faydalarını anlatıyor, pişirilme metodunu gösteriyor, sonunda da girişte kurulmuş olan sergiden alışveriş yaptırıyor. Zanzibar Adası’na gelenler için görülmeye değer yerlerden biri de motorlu bir tekneyle gidilen ‘Prisener İsland’ denilen ve şimdilerde tutuklular değil de dev kaplumbağaların yaşadığı ada bulunuyor. Yıllar önce bir hükümdar buraya bir çift iri kaplumbağa bırakmış. Çoğalarak, yüzlerce kaplumbağanın yaşadığı bir adaya dönüşmüş. Bu nedenle şimdilerde artık kaplumbağa adası olarak biliniyor.

Önceki turlardan seçme fotoğraf ve videolar.