12-23 OCAK 2023
"ARJANTİN-(PATAGONYA)-BREZİLYA"
Patagonya
Tangonun doğduğu yer olan La Boca
Dünyanın en aktif buzulu olan Perito Moreno
Dünyanın 7 doğan harikasından biri olan Iguazu Şelaleleri
Dünyanın en aktif buzulu olan Perito Moreno
Sabah Saat 07:30 da buluşma ve 10:20’de gerekli işlemlerden sonra THY’nin tarifeli seferiyle Buenos Aires’e hareket. Aynı gün akşam 22:30’da Buenos Aires’e varış ve şehrin tam merkezinde bulunan otele yerleşme. Geceleme Buenos Aires’te.
Sabah alınacak kahvaltıdan sonra yerel rehberimiz ve özel aracımız eşliğinde gezmeye başlıyoruz. Parlemento binasını dışarıdan görüp, güzel sanatlar müzesini geziyoruz. Ardından dünyanın en görkemli ve pahalı mezarlarının bulunduğu (Eva Peron’da dahil olma üzere) La Recoletta Mezarlığını Öğleden sonra ise San İsidro kenti ve devamında Tiger Delta’ya gidip tekne turuna katılıyoruz. Burada tekneyle kanallar arasında dolaşıp yapay adacıklarda yaşayan insanları göreceğiz. Tur bitiminde ise yeniden şehre dönüyoruz. Konaklama Buenos Aires’te.
Sabah kahvaltısını paket olarak otelden alıyoruz ve erken saatte Ezeiza Havalimanı’na gidiyoruz. Buradan Arjantin Havayolları ile Ateş Toprakları olarak da bilinen ve Güney Amerika kıtasının en güney ucunda bulunan Ushuaia şehrine gidiyoruz. 3.5 saatlik bir uçuş sonrası Ushuaia’ya varışımızın ardından alanda bizleri bekleyen özel aracımız ve yerel rehberimiz eşliğinde direk olarak Tierra Del Fuego Milli parkını ziyarete gidiyoruz. Bu milli parkın etrafında, dağların ve ormanların çerçevelediği Beagle Kanalı'nın panoramik manzaralarını seyrediyoruz. Endemik bitkilerin arasından keyifli bir yürüyüş yaparak Lapataia Nehri'ne varıyoruz. Park içerisinde dünyanın sonu trenine biniyor ve tren ile bir yolculuk yapıyoruz. Sonrasında tekrar Ushuaia’ya dönüyoruz. Konaklama Ushuai’da.
Kahvaltı sonrası limana gidip tekne turu alıyoruz. Isla de Los Pájaros (Kuş adası) ve Isla de los Lobos (Seal Adası) çevresine doğru yola çıkacağız, burada Skuas, Kara Kaşlı Albatros, Vapur Ördekler, gri martılar ve fokları göreceğiz. Dünyanın sonu deniz fenerine vardığımızda ise Deniz Aslanları kolonilerini görebileceğiz. Şansımız yaver giderse balina kolonisi ile bile karşılaşabiliriz. Bir sonraki durağımız ise Penguen adaları oluyor. Burada Macellan penguenlerini görüyoruz. Ardından tekrar Ushuiaia’ya dönüyoruz. Öğleden sonra ünlü San Martin caddesinde dolaşıyor ve akşam hep birlikte meşhur bir deniz ürünleri restoranına gidiyoruz. Konaklama Ushuaia’da.
Sabah kahvaltısının ardından havalimanına gidiyoruz. Buradan 1 saatlik bir iç uçuşla Patagonya’nın en güzel şehri olan El Calafate’ye varıyoruz. Havalimanından özel aracımızla otele transfer oluyoruz. Otele yerleşmenin ardından dünyalar güzeli çok şirin şehir merkezinde bir tur atıp şehri tanıyoruz. Sonrasında akşam vakti güzel bir restoranda Arjantin Steak yiyoruz. Geceleme El Calafate’de.
Sabah kahvaltısının ardından tam gün Perite Moreno Buzul turuna katılacağız. Dünyada küresel ısınmanın en net görülebildiği yer olan ve dünyanın en aktif buzulu olan Perito Moreno’yu çok yakından görme imkanı bulacağız. And Dağları’nın muhteşem manzarası da cabası. Ayrıca bu milli parkın içinde bulunan sadece bu yöreye özgü endemik bitkileri de yakından tanıyoruz. Turun sonrasında El Calafate’ye dönüşün ardından çarşıda serbest zaman ve alışveriş imkanı bulacağız. Geceleme El Calafate’de.
Sabah otelde alınan kahvaltı sonrası Özel aracımız ile Santa Cruz eyaleti içinde bulunan El Chalten’e hareket ediyoruz. Yolda güzel manzaralı yerlerde küçük molalar vererek 220 km mesafeyi 3.5 saatte alarak Los Glacieras Milli Parkı içinde bulunan El Chalten’e varıyoruz. Otelimize yerleştikten sonra And Dağları’nın en güzel manzaralarından biri olan Fitz Roy’u daha yakından görmek için endemik bitkilerin arasından keyifli bir yürüyüş yapıyoruz. (Tabii şansımıza hava açık olursa). Sonrasında aynı yolu tekrar dönerek El Chalten’e geliyor ve otelimize dönüyoruz. Konaklama El Chalten’de.
Kahvaltıdan sonra serbest zamanlı El Chalten’i dolaşıyoruz. Öğleden sonra ise El Chalten’e veda ediyor ve tekrar El Calafate’ye dönüp doğrudan havalimanına gidiyoruz. Buradan 3 saatlik bir iç hat yolculuğu ile Buenos Aires’e dönüyoruz. Özel aracımızla otelimize transfer oluyoruz. Konaklama Buenos Aires’te.
Sabah otelde alacağımız geç kahvaltı sonrası yürüyerek şehri geziyoruz. Ünlü Saenz Pena Caddesini, Arjantin tarihinin kalbinin attığı, siyasi ve sosyal olayların merkezi durumundaki Plaza Major Meydanı’nı, Arjantin tarihi müzesi ve katedrali, koloni döneminin idari binası olan Camildo binasını geziyoruz. Sonrasında ülkenin ünlü şair ve yazarlarının yakın tarih boyunca uğrak yeri olan Cafe Tortoni’ye gidip kahve içiyoruz.(Sıra beklememiz gerekebilir.) Sonraki durağımız ise tabi ki tangonun doğduğu yer olan La Boca’dayız. Bu ünlü tarihi sokakları, Boca Juniors’un ünlü Bombonero (çikolata kutusu) stadını (dışarıdan) ve Bocalı’ların gözünde aziz mertebesindeki Maradona’nın mahallesini geziyoruz. Akşam vakti havalimanına gidiyor ve buradan saat 23:55’te THY’nin’ doğrudan uçuşu ile Sao Paulo üzerinden İstanbul’a uçuş başlıyor. Turumuz 23 Ocak pazartesi günü saat 22:30’da İstanbul Havalimanı’nda sona eriyor.
Sabah erken kahvaltı sonrası havalimanına (AEP) gidiyoruz. Buradan AR 1732 sefer sayısıyla saat 09:30’da İguazu’ya uçuyoruz. Saat 11:20’de İguazu’ya varışımızın ardından havalimanından özel aracımızla alınarak Brezilya sınırına gidiyoruz. Sınırdaki giriş işlemlerinden sonra Brezilya topraklarına giriyoruz ve Brezilya’nın Foz De İguazu şehrinde bulunan otelimize yerleşiyoruz. Bir süre dinlendikten sonra akşam Güney Amerika ülkelerinden Paraguay, Brezilya, Uruguay ve Arjantin’in kültürlerinden, samba, tango, Gauchoslara ait dans ve diğer muhteşem gösterilerinin yapıldığı RAFAİN SHOW’a gidiyoruz. Buradaki nefis gösterileri izlerken bir taraftan Brezilyalıların Churascaria dedikleri et çeşitlerinden güzel bir yemek yiyoruz. Geceleme İguasu’da.
Sabah alınan kahvaltı sonrası check out yapıp valizlerimizi lobiye bırakıyoruz. Parana Nehri üzerindeki, dünyanın 7 doğal harikasından biri olan İguazu Şelaleleri’ni geziyoruz. (Dikkat! Fotoğraf makinesi ve kameranızın şarj ve yedek pilleri tam ve hafıza kartlarınız bol olsun). İsteyenler şelale altında bot turu yapabilirken, isteyenler gezi sonra helikopterle muhteşem doğa harikasını 10 dakikalık bir helikopter turuyla da gezebilir. Akşamüzeri havalimanına gidiyor ve Latam Havayolları ile (LA4696) iç hat uçuşuyla saat 21:30’da Sao Paulo’ya uçuyoruz. Saat 23:10’da Sao Paulo’ya geliyoruz. Burada iç hatlardan dış hatlara geçiyoruz.
Gece yarısından Sao Paulo’ya gelişimizin ardından yeni günün ilk saatlerinde check in işlemlerimizi yaptıktan sonra 03.45’te Sao Paulo’dan THY ile İstanbul’a direk uçuşumuz başlıyor. Turumuz aynı günün akşamında 22:30’da İstanbul Havalimanı’nda sona eriyor.
Tura katılan kişi sayısı :
Yorum 2
Yorum 1
Yorum 2
Bir Fransız, bir Amerikalı ve bir Brezilyalı, küçük bir uçakla seyahat ediyorlarmış. Fransız elini dışarı çıkartmış, – Paris üzerinden uçuyoruz, demiş. -Allah Allah! Nasıl anladın?diye sormuş diğerleri. -Basit. Elim Eyfel kulesine çarptı… Biraz sonra Amerikalı elini çıkartmış. -Şimdi de New York üzerinden geçiyoruz, demiş. -Onu nasıl anladın? -Elim özgürlük heykeline çarptıda… Derken, Brezilyalı elini dışarı çıkartmış ve hemen tekrar içeri çekmiş. -Arkadaşlar şu anda tam Rio üzerindeyiz, -Yok canım nereden çıkartıyorsun? -Kol saatim çalındı da! Rio’ya ilk gelenlerin hemen hepsini adeta bir mıknatıs gibi kendine çeken ve ilk görülmesi gereken yer olan dünyanın en meşhur ve en renkli plajı Copacabana’dan bu büyülü kenti gezmeye başlıyorum. Geniş ve uzun sahilde onlarca plaj voleybolu sahasında yanık tenli kadın ve erkekler karışık maçlar yapıyorlardı. Küçük çelimsiz birkaç erkek topçu dışında uzun boylu ve sırım gibi erkekler adeta vücut gösterisi yapıyor. Tabi erkeklerin yaptığı bu vücut restine hiç gecikmeden cevap tüm dünyadan hakeden bir övgü almış Riolu kızlardan geliyor. Çok küçük ve ince olmasından dolayı “diş ipi” adını verdikleri mikroskopla ancak farkedilebilecek küçüklükteki bikinileriyle erkeklerin yüreklerini hoplatmaya çalışıyorlar. Buna rağmen erkekler gelecekte birer Pele, birer Ronaldo, birer Ronaldinyo olabilmek ümidiyle etrafındaki güzelliklere hiç tereddüt etmeden ilgisiz ve hatta tamamen duyarsız kalabiliyorlar. (Bence Brezilya’nın dünya futbolundaki başarısının sırrı burada yatıyor!) Adamlar dünyevi zevkleri bir kenara bırakıp nirivana’ya futbolu koymuşlar ve orayı yaşamın en yüksek zirvesi olarak görüyorlar. Hal böyle olunca etraftaki güzelliklerin hiç bir cazibesi kalmıyor, varsa yoksa futbol. Kaldırımlarda taze tropikal meyve suyu satan büfelerden bir bardak içip dünyaca ünlü yazar Poula Coelho’nun yaşadığı ve Rio’nun daha zenginlerinin gittiği İpanema plajına gidiyorum. Plajın gerisindeki evler biraz daha lüks ve sokaklar daha derli toplu. Riolular için “carioca” diye bir tabir var. Geceleri sabaha kadar barlarda eğlenen, gündüzleri ikindi vaktine kadar yatıp uyuyan, çalışmayı sevmeyen, disipline hiç gelmeyen, samba müziğinin ritmine göre hayatını yönlendiren ve doğma büyüme Riolular’a verilen ad. Koca Rio’ya elbette iki plaj yetmez. İpanema’dan sonra daha daha zenginlerin gittiği ve biraz kentin dışında bulunan Leblon plajı yer alıyor. Şehir merkezinde ve benim otilinde yakınında bulunan Flamenggo, onun biraz ilerisinde ise şehir kurulduğunda ilk yerleşim yeri olan Botofago’nun plajı ile, hilal şeklindeki kıyının en ucunda yer alan Barra Plajı ile yerli ve yabancıların her daim hizmetinde bulunuyor. Gündüzleri şehrin kalbi bu plajlarda atıyor. Ertesi gün plajlardan uzaklaşıp kendimi tepelere vuruyorum. Çoğumuzun gitmesede bildiği o ünlü heykelin bulunduğu Corcovado Tepes’ine gidiyorum. Rio’nun ve Brezilya’nın adeta simgesi durumundaki bu tepeye çıkmak için küçük bir tramvay’a biniyorum. 710 metre yükseğe çıktığımızda 1931 yılında yaptırılan koruyucu İsa heykeli’ne ulaşıyoruz. Gerçekten de bu noktadan şehrin manzarası muhteşem. Bir tarafta yüksek katlı ticaret merkezleri, bir tarafta ünlü Maracana Stadı, bir tarafta yemyeşil botanik parkları ve nihayet şehrin albenisinin aksine gerilerdeki tepelerin eteklerinde sıvaları olmayan iç içe geçmiş kibrit kutuları gibi ard arda, üst üste sıralanmış gecekondu mahalleleri göze çarpıyor. Bulunduğu yer itibarıyla gerçektende hem şehrin hemde ülkenin simgesi olmayı çoktan hak diyor. Şehrin tepeden görünüşüne doyamadıysanız mutlaka Corcovado’da günün tamamını geçirmeniz gerekmiyor. “Şeker Dağı” adını verdikleri Plaça de Açucar Tepesi’ne çıkıp birde bu büyüleyici kenti deniz tarafından seyre dalabilirsiniz. “Brezilya futbolun evi ise, Maracana Stadyum’ u onun tapınağıdır” Buralara kadar gelipte o tapınak görmeden gidilir mi? Otelimin önünden metroya binip Estadio Mario Filho Maracana Stadı’nda iniyorum. Stad girişinde Brezilya formaları satılıyor. Maç falan yok ama yinede sekiz dolar verip stada girmek için bilet alıyoruz. Hemen girişte bu güne kadar başta Pele olmak üzere bütün dünyanın hayranlıkla izlediği efsane futbolcuların ayak izlerini görüyoruz. Bir rehber eşilğinde en alt kattaki soyunma odasına geçiyoruz. Koridorlardan giderken efsane maçlardan fotoğraflar, görüntüler ve sesler bizi heyecanlandırıyor. Öyle ya bu koridorlarda kim bilir ne konuşmalar, ne heyecanlar yaşanmış. Pele daha 16 yaşındayken ilk milli maça hemde 200 bin kişinin karşısına çıkarken bu koridorlarda ayakları titremiş. Mario Zagalo son taktiklerini burada vermiş. Soyunma odasından geçip maçın oynanacağı çıkış tünelinden ilerleyip mahşeri kalabalığın gürültüsü eşliğinde o havayı hissederek sahaya çıkıyoruz. Bu sırada yanımızdakiler sanki birer turist değil, Pele, Ziko, Falkao, Taffarel gibi futbolcular. Brezilya deyince akla futbolla birlikte samba geliyor ama aslında pek doğru değil bu. Evet futbol ülkenin her tarafında meşhur ama samba daha ziyade Rio’ya özgü bir durum. Hem öyle Rio’nunda tamamı da değil. Modern Rio’nun çevresindeki yüksek tepeleri bir örümcek ağı gibi sarmış “favela” denilen gecekondu mahallelerine özgü bir müzik, dans ve eğlence tipi. Gezegenimizde gelir dağılımının bu kadar acımasız olduğu bir başka kent yoktur herhalde. Bu durum güvenlik açısından çok büyük bir problem yaratıyor. Oysa ki Rio 1500 yılında kurulduğundan bu yana hep gözde bir şehir olarak kalmış. Bakmayın şimdilerde başkentin Brasil olduğuna. Uzun süre ülkeye Rio başkentlik etmiş. 1920 ile 1950 arasında dünyanın en güzel kenti olarak ün salmış. Hal böyle olunca binlerce insan cennet mekanı kıyılara, muhteşem doğasına, sambanın ritmiyle hayata fıkır fıkır sarılan mutlu insanlar mekanına, tropikal meyve bahçelerinin altlarında yaşanan romantik aşkların dünya edebiyat literatürüne girdiği bu cennet mekana akın etmeye başlamışlar. Yani kısacası bu cazibesi kendi başına bela olmuş Rio’nun. Şehir ağır göç yükünü kaldırmayınca önce gecekondular sarmış etrafı, sonra işsizlik baş göstermiş, derken illegal işler almış başını yürümüş. Uyuşturucu girmiş devreye, sonra kumarhaneler, derken fahişelik kaplamış sokakları. Gün geçtikçe suç oranı artmış, hatta güvenlik kuvvetlerine kafa tutacak çeteler kurtarılmış bölgeler oluşturmuşlar. Doksanlı yıllara gelindiğinde her şey dibe vurmuş, kentin en büyük gelirlerinden biri olan turizm, güvenlik nedeniyle can çekişmeye balamış. Gidişatın hiçte iç açıcı oladığını gören yetkililer bu dibe vuruşun ardından toplanıp güvenlik konusunda radikal kararlar almışlar. Her mahallede geniş yetkili özel güvenlik birimleri oluşturulmuş. Hatta bu durum şehirde en büyük iş ve istihdam kolunu yaratmış. Tüm bu tedbirlerden sonra bir kaç yıldır şiddet ve suç oranlarında bir azalma görülmüş. Turistler yeniden gelmeye başlamış. Rio halkıda bu kötü imajdan bir an önce kurtulmaya çalışıyor. Bu durumu sokaklarda görmek mümkün. Dolaşırken bir sürü insan yanınıza gelip “aman dikkatli olun, çantanızı koruyun, makinanızı boynunuza geçirin” gibi uyarılarda bulunup olabildiğince yardımcı olup güleryüzlü ve içten davranıyorlar. Bu şehrin en sevdiğim tarafı gezerken yorgun düşüp biraz soluklanmaya ihtiyaç duyduğunuz bir anda imdadınıza hemen bir köşe başında her türlü tropik meyveyi birkaç saniyede içecek haline dönüştüren dükkanların olması. Buz kovasının içnden çıkartılıp koca bir pala darbesiyle üst kısmından bir delik açılıp servise hazır kokonat suyu mu istersiniz, yoksa burada yaşayanların ilk tercihi olan kaju’yu mu, veyahut mangoyu mu, yoksa goyaba’yı mı? Ya da adını hiç bilmediğniz bir sürü meyveden başka birini işaret edip “bu meyveyi daha önce hiç görmemiştimi hadi birde şunu deneyeyim” demeyi mi tercih edersiniz.
Binlerce kilometrelik yolculuklar yapıyorsanız, zamanı verimli kullanmak ve seyahati daha ekonomik hale getirmek için gündüzleri gezip geceleri yol almak gerekiyor. Bu defa da öyle yaparak Koca Brezilya’yı doğusundan batısına kadar bir solukta geçerek dünyanın en büyük şelale grubunun bulunduğu Foz De İguazu kentine ulaştım. Dünya’nın en büyük ve en ihtişamlı şelale grubunun bulunduğu İguazu, sadece bu özelliği ile değil, bulunduğu özel coğrafi konum itibarıyla da ayrı bir önem taşıyor. Üç Güney Amerika ülkesinin birbirine düğümlendiği yerde, Rio Parana Nehri üzerindeki bu dünya harikasışelale grubu bir inci gibi insanları kendisine çekiyor. Parana Nehri tüm Latin Amerika’da Amazon’dan sonra en büyük, dünyanın da onuncu büyük nehri. Toplam uzunluğu 4000 km yi geçiyor ve Brzilya, Paraguay, Arjantin ve Uruguay’ı kat edip Rio De La Plata Deltası’nı oluşturarak Atlantiğe kadar ulaşıyor. Toplamda 275 şelale var, bunların 250’si nehrin Arjantin tarafında, 25 tanesi ise Brezilya’da. Tek tek ele alındığında hiç biri dünyanın büyük şelaleleriyle rekabet edemiyor. Ancak hepsi bir araya gelince dünyada bir eşi ve benzeri bulunmuyor. (Afrika’nın Zambezi Nehri üzerindeki Victoria’yı henüz görmedim.) İyi fotoğraf çekmek için sabahları Arjantin, akşam üzeri ise Brezilya tarafından gezmek gerekiyor. Arjantin tarafından bu şelalelerin en büyüğünün adeta içine giriyorsunuz ve kulakları sağır eden ihtişamlı sesine ve görüntüsüne tanıklık ediyorsunuz. Ancak onlarca şelaleyi bir arada görmek için mutlaka Brezilya tarafında olmak gerekiyor. Iyi foroğraf çekmek için en iyi açıyı yakalamaya çalışırken, ayaklarınızın arasında dolaşan uzun burunlu karınca yiyen garip yaratıkları gördüğünüzd, manzara görüntüsüne biraz ara vermeniz gerekiyor. Iguazu, Guarani dilinde büyük su anlamına geliyormus. Guarani Paraguay ve Bolivya’nın İspanya ile birlikte resmi dillerinden biri. Yaklaşık 3 km boyunca sıralanmış olan şelaleler yağmur ormanlarının icinde yer alıyor. Burada Kasım-Mart arasındaki yağmur sezonunda şelalelerden akan su miktari saniyede 12,750 metreküp oluyormuş. (Fırat’ın 20 katı) Özellikle Arjantin tarafından seksen metrelik yükseklikten büyük bir gürültüyle düşen suların içine girmek, hatta adrenalini biraz daha arttırıp daha büyük maceraya yelken açmak için bu ihtişamlı sularda rafting yapmak mümkün.(Tabii tepeden tırnağa ıslanmayı göze alarak) Nehrin ve buna bağlı olarak şelalenin seviyesi yağış durumuna göre yükselip alçalıyor. Nitekim bir yıl arayla hem de aynı gün ve tarihte ziyaret etmeme rağmen ikincisinde şelalenin suyunun yaklaşık yüzde otuz daha azaldığını gördüm. Tropik ormandaki çesitli agaçları ve meyveleriyle de biyolojik açıdan büyük bir zenginlik sunuyor İguasu. Bölgede 450 tür kuş ve 250’nin uzerinde kelebek türü bulunuyor. Yabani hayvanlarda cabası. Bizim Ölüdeniz’deki Kelebek Vadisi gibi burada da Kelebek çok fazla. Bu doğa harikasının Arjantin tarafı 1934 te Brezilya tarafı da 1939 da milli park olarak ilan edilmiş. Hemen ardından da Paraguaylılar Ciudat del Ester kentini buraya kurmuşlar. Şelaleden sonra akşam yemeği için Foz De İguazu’nun şehir merkezine gittiğimde Brezilya’nın diğer kentlerine benzemeyen güzellikte pırıl pırıl bir şehirle karşlaştım. Bu duruma şelale turizminin çok büyük etkisi olmuş anlaşılan. Caddeler pırıl pırıl, çoğu kişi İngilizce biliyor ve turistlere çok iyi davranıyorlar. Diğer kentlerin aksine şehir alabildiğine güvenli. İlgimi çeken bir diğer önemli husus ise, şehirde bulunan dönerci ve kebapçılardı. Bunlardan bazılarıyla konuşunca durum anlaşıldı. Özellikle Lübnan kökenli vatandaşlar burada oldukça fazla ve çoğu restoran işi ile uğraşıyor. Hal böyle olunca nargile kafeleri bile insanlarla dolu. Yani samba kültürü beklerken nargile kültürüyle karşılaşmak biraz şaşırttı beni doğrusu. abİguazu dünyanin 8. doğa harikasi olarak da anılıyor (Niagara şelalesi 87. sirada) Peru’daki Machu Pichhu, Latin Amerika tarihi açısından ne kadar vazgeçilmezse İguazu’da coğrafi ve doğal güzellik bakımından o kadar vazgeçilmezdir. Brezilya’ya gidenler ne yapıp edip burayı görmeliler.
Zaman zaman insanlar tarihteki ortak miras eserleri için dünyanın sekiz harikasını ardarda sıralamaya çalışılar. Çin Seddi, Mısır’daki piramitler, hiç görmediğimiz Selçuk’taki Artemis Sunağı, İskender Feneri, Babil’in Asma Bahçesi gibi. Öte yandan teknoloji çağımızda da öyle eserler ortaya çıkarılmış ki, bunların bazılarının modern dünyanın birer harikası olduğu söylenegelmiştir. İşte bu modern dünyanın sekiz harikasından biri olarak kabul edilen eserlerden biri de Brezilya ile Paraguay sınırı arasında akan, büyük Parana Nehri üzerinde yapılan ve kendi alanında dünyanın en büyüğü olan İtaipu Barajı’dır. İguazu Şelalelerini görmek için buralara kadar gelmişseniz, hemen yanıbaşındaki bu dev eseri mutlaka ziyaret etmeniz gerekiyor. Modern dunyanin 7 harikasi arasinda sayılan Itaipu dunyanin en cok elektrik üreten ve üretim kapasitesi en büyük hidroelektrik santralidir. Itaipu adını Guarani dilinden almış. Nehirden akan şelalelerin yere düşerken zemindeki taşlara çarpmasıyla çıkan seslerden dolayı “şarkı söyleyen taşlar” anlamına geliyor. Brezilya ve Paraguay arasında Parana Irmağı üzerinde kurulmuş. Tam kapasite çalışan 18 jeneratör ünitesi Brezilya’nın elektrik enerjisi ihtiyacının %25’ini, Paraguay’ın ise %90’ını karşılıyor. İki yeni unitenin yapımı da devam ediyormuş. Jeneratörlerin 9 tanesi Brezilya’ya, 9 tanesi de Paraguay’a ait. Ama cok küçük bir ülke olan Paraguay’a tek jeneratör bile yetiyormuş aslında. O da diğer jenaratörlerden elde ettigi enerjiyi Brezilya’ya satıyor ve projeye olan borcunu da bu şekilde ödüyormuş. Baraj 196 m yüksekliğinde 7.7 km genişliğinde ve tam 170 km uzunlugunda. Toplam12.870 megawatt gücünde. Kıyaslama yapmak gerekirse 1994 te tamalandığında dünyanın dördüncü büyük barajı olan, medarı iftiharımız Atatürk Barajı’nın kurulu gücü sadece 2400 megawatt ve toplam sekiz tribünü bulunuyor. ( Keban Barajının kurulu gücü ise 1240 megawatt ve dünyada 36. sırada.) İtaipu Barajı yıllık 96 milyar kwatt saat enerji üretirken Atatürk Barajı yıllık 8.4 milyar kwatt saat enerji üretiyor. Bu devasa barajın yapımına 1975’te başlanmış ve tam kırk bin kişi çalışmış. İlk ünitesi 1983’ten itibaren elektrik üretmeye başlamış. 1991 de ise diğer tüm üniteler devreye girmiş. Itaipu Barajı yapıldığında bu kadar büyük bir barajın gölü tam 14 günde doluvermiş. Böylesine büyük bir barajın yapımı için önemli fedakarlıklarda da bulunulmuş. Baraj havzasında yaklaşık 1500 km karelik tropikal orman ile dünyanın en güzel şelalelerinden biri olan Sete Kuedas sular altında kalmış ve 40 binden fazla insan başka yerlere göç etmek zorunda kalmış. Bu devasa yapıya harcanan emek, malzeme ve parayla bakın neler yapılırmış: -On beş adet İngiltere ile Fransa arasındaki Manş tüneli yapılırmış. – 210 tane 210 bin kişilik Maracana Stadı yapılırmış. – 380 tane Eyfel Kulesi yapılırmış. – Barajın suları 42 tane İguazu Şelalesine bedelmiş. – Günde 435 ton petrole eşdeğer enerji üretirmiş. -187 milyon Brezilya halkına 6 ay boyunca günde üç öğün yemek verilirmiş. – Her biri 70 metrekareden 800.000 konut yapılırmış. İtaipu’nun bu saltanatı ne kadar mı sürecek? Çok yakında Çinliler Tree Gorgos Barajını tamamlayıncaya kadar.
Ünlü bir yazar tipik bir Ajantinli’yi şöyle tarif etmiş: “Büyük bir kazanın içine sırayla şunları koyun: Bir adet geniş kalçalı Kızılderili kadın, iki adet İspanyol binici, üç adet iyice ezilmiş Gauço (Melez), bir adet İngiliz seyyah, yarım baş Bask çiftçi, bir tutam zenci… Tüm bunları kısık ateşte üç yüz yıl kadar kaynatın… Helmini dökünce, gecikmeden beş adet İtalyan köylü (İtalya’nın Güneyinden gelenler tercih edilir), bir adet Polonyalı Yahudi, dörtte üç baş Lübnanlı tüccar ve bütün olarak bir adet Fransız fahişe ekleyin… Elli yıl dinlendirip öyle servis yapın. Alın size Arjantinli” Yazarımızın yapmış olduğu tarif Arjantin’in bu günkü etnik yapısını bütünüyle özetliyor. Brezilya, Paraguay ve Arjantin topraklarının kesiştiği yerde bulunan dünyaca ünlü İguaçu Şelaleri’ni gezdikten sonra bindiğim otobüsle çok rahat ve konforlu geçen bir gece yolculuğunun ardından ertesi sabah Latin Amerika’nın en prestijli kenti olan ve bu yüzden de, Kıtanın Paris’i diye adlandırılan “güzel havalar kenti” Buenos Aires’e ayak bastım. İlk iş olarak bir turizm ofisi bulup başkentle ilgili bir kucak dolusu broşür ve harita aldım. Ardından Av. De Mayo Caddesi’nin arka sokaklarından birine otuz peso karşılığında yerleştim. İlgili tüm dökümanları inceleyip görmem gereken yerleri not alarak, beni heyecanlandıran bu kentle bir an önce yüz göz olmak için kendimi şehrin kucağına attım. 16. yüzyılın başlarında her bir yandan Latin Amerika’nın karalarına demir atan İspanyol gemilerinden biri bu defa dünyanın en geniş akarsu ağzını oluşturan ve renginden dolayı “Gümüş Irmağı” denilen Rio de la Plata’dan geçip kıyıya demirlediğinde, belki de o anlara özgü güzel havadan etkilenerek buraya ”St Maria del Buen Aire” adını takmışlar. Gel zaman git zaman Buanos Aires denmeye başlanmış. Şehri gezmeye ilk iş olarak 9 Temmuz Caddesi ile başlıyorum. Niye 9 Temuz demeyin, dünyanın en geniş caddesi burası. Bir ucundan diğerine tam 140 metre genişliğinde. Bir süre şaşarak caddenin genişliğine bakakaldım. Caddenin hemen ortasında ülkenin bağımsızlık simgesi olan dikilitaş bulunuyor. Bizdeki Taksim Anıtı neyse buraki dikilitaş da aynı özelliği taşıyor. Yani ülkenin kalbinin attığı, sevgililerin buluştuğu, gösterilerin yapıldığı, konserlerin verildiği bir nokta. Buenos Airesliler’in, yaşadıkları kentten dolayı burunlarının biraz havada olduğu ve kendilerini Arjantin’den çok Buenos Airesli olarak gördükleri söylenir. Meydanın tam karşısında devasa bir tabela üzerinde Maradona’nın 1986 ylında Meksika’da adeta tek başına aldığı Dünya Kupası’nın öperken görüldüğü dev bir fotoğraf asılmış. Sokakları dolaşırken daha önce dünyanın hiç bir yerinde görmediğim bir olayla karşılaştım. Spor giyimli genç kız ve erkekler ellerinde bir sürü köpek tasmasıyla dolaşıyor. İşin ilginç yanı bu tasmaların her birinin ucunda bir köpek var. Hem de her cins köpek. Çalışan insanlar köpeklerini bu bakıcılara teslim ediyor, onlarda bütün gün bu köpekleri köşe bucak gezdiriyor. Çoğu zaman adını ekonomik bunalım, darbe, kriz, yağma gibi konularla dünyaya duyurmasına rağmen Buenos Aires sokaklarında gezdiğinizide ülkenin bu olumsuz imajıyla gerçekten de çelişecek görüntülerle karşılaşıyorsunuz. İnsanlar gayet iyi giyimli, bakımlı, sakin, kendinden emin görünüyorlar. Caddeler çok geniş ve bakımlı. Binaların mimarisi Brüksel yada Paris’ten hiç de farklı değil. Cadde ve sokakları çok modern heykeller süslüyor. Modern kafelerde şık sevgililer birbirine sarılmış kahvelerini içiyor. Gerçekten herhangi bir Batı Avrupa kentinden farksız görünüyor Bunos Aires. İnsan bu görüntü üzerine şu soruyu sormadan edemiyor. Ne yani, daha birkaç yıl önce ülkedeki kriz, dükkan yağmalamaları, insan öldürmeleri, liderlerinin yurt dışına kaçması birer kamera şakasımıydı? Ekonomik kriz döneminden önce buraya gelen bir avuç gezginimizin verdiği bilgilere göre şanslı bir dönemde geldiğim anlaşılıyor. O dönemde buraya gelenlerin hepsi fiyatların çok pahalı olmasından yakınırken sokakta edindiğim izlenim tam tersini gösteriyor. Bir kaç yıl öncesine kadar Peso’nun dolara endekslenmesi bu duruma sebepken şimdilerde bir doların üç peso’ya eşdeğer olması işime yarıyor. Marketlerde et ve balığın kilosu bir doların altında. Lokanta ve kafelerde yiyecek ve içecek çok ucuz. Alışık olmadığım tek şey ise burada herkesin alabildiğine sakin ve işlerin yavaş ilerliyor olması idi. Bir lokanyata ya da kafeye gidip birşeyle yiyip içmek istediğinizde garson gelip sizi uygun bir yere oturtuyor ve gidiyor. Yarım saat geçtikten sonra yanınıza gelip siparişinizi alıyor, bir saat geçtikten sonra nihayet yemeğiniz geliyor. Yedik içtik artık kalkalım diye düşünüyorsanız boşuna, en az bir yarım saat daha hesabı beklemeniz gerekiyor.Tamam yemekler çok leziz ve çok ucuz ama benim gibi ayaklarına karasular ininceye kadar şehri keşfetme duygusuyla dolup taşan bir adam için bu kadar zaman kaybı çok fazla doğrusu. Arjantin deyince akla ilk gelenlerden biri de kuşkusuz Evita ve Peron ailesi. İnsanlar Peron’lara (hala) ya âşıklar ya da nefret ediyorlar, ortası yok. Bende bu durumu daha iyi anlayabilmek için haritada yerini işaretlediğim Evita Müzesi’nin yolunu tutuyorum ama pek de gösterişli olmaya bir müze ile karşılaşıyorum. Eva Duarte 1919 da beş çocuklu fakir bir ailenin en küçük çocuğu olarak dünyaya gelmiş. 14 yaşına geldiğinde artist olmak için Buenos Aires’e gelmiş. Radyoda şovlar yaparak ve tiyatroda küçük rollerde oynayarak hayatını devam ettirmiş. 1944 yılında general Juan Domingo Peron ile tanışmış. Kocası yönetimi ele alınca karısı Eva Peron’u Çalışma Bakanı olarak atamış. kocasının cumhurbaşkanı olmasında etkin rol oynamış, kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesini, kimsesizler yurdu açılmasını sağlamış, fakir halka yiyecek, para ve ilaç yardımında bulunmuş, çocuklar için de yardım kampanyaları düzenlemiş. Zenginden alıp fakire dağıtan kişi olarak bilinmiş . Eva böylece hem Arjantin’de hem de tüm dünyada tanınan bir kadın olmuş. Evita Peron, 1952’de 33 yaşında gırtlak kanserinden ölmüş. Tabana kuvvet bütün kenti alt üst ederek tango’nun doğduğu mahalle olan şehrin eski semti La Boca’ya ulaştım. Fakir İtalyan göçmenlerin ilk ayak bastığı liman yerleşmesi sanki ilk günlerinden kalma fakir ve bakımsızlığının izlerini taşıyordu. İtalyanlar burayı La Plata Irmağı’nın ağız kısmı olarak gördükleri için “ağız” anlamına gelen “La Boca” demişler. Böylece şehir ilk olarak buradan gelişmeye başlamış. Şimdiki sakinleri, yılların birikimini taşıyamayıp dökülmeye yüz tutmuş evleri rengarenk boyasalarda bu döküntülüğü tamamen gizleyememişler. Tango’nun doğduğu bu sokaklarda kabadayıların, külhanbeylerin, bıçkın delikanlıların, fahişelerin mekanı olan batakhaneler kapanmış ve onların yerini şimdilerde küçük eşyalar satan dükkanlar almış. Tenekelerle çevrilmiş tek katlı ve renkli küçük küçük evlerin arasından geçip Caminito adında bir küçük meydana gelince durudum. Önümde yirmili yaşlarda bir delikanlı Kruvaze ceketi ve bir tarafa doğru eğilmiş şapkasının altından bir klark çekerek makinama bir poz verdi. Az sonra da yanında kısa etekli ve uzun file çoraplı bir bayan belirdi. Duvar dibindeki seyyar bir aletten çıkan müziğin sesiyle tango başladı. Bulunduğum yer tüm dünyadaki tangon’nun ana rahmiydi. İtalyan göçmenler geldiklerinde iş güç olmayınca Buenos Aires Limanı’na yerleşirler ve “Portenos”lara karışırlar. (liman adamlarına.) Hepsi de işi gücü olmayan, yeni dünyaya macera aramak için gelen hayata tutunamamış insanlar. Gelirken de Küba’nın neşeli şarkılarını, Brezilya’ ya Afrika’dan gelen zencilerin ritimlerini dolamışlar dillerine. Gitar eşliğinde şarkı söylemeye , küfüre, argoya, erkek erkeğe yaşamaya alışmışlar. Kadına hasret, terk ettikleri yörelere hasret. Çok geçmeden aralarına fahişeler girmiş. Bu ahlaksız sokaklar bir süre çevreden izole bir şekilde kendi yaşam tarzını ortaya çıkarmış. Böylece tango çıkmış ortaya, geeçen yüzyılın başlarında… Gardel’den miras kalan hafif eğimli fötr şapkalar ve biryantinli saçların altında haşin bakan delikanlılar, yüksek topuklu bilekten atkılı ayakkabılar, vücuda giydirilen ama derin bir yırtmacıyla tüm bacakları mermer bir sütün gibi artaya çıkaran etekler, siyah dantelin, gümüş pırıltıların arasından sıyrılan bedenler’in birbirine dolandığı bir danstı ortaya çıkan. Bu görüntülere ilk kez tanıklık eden insanlar “iyi güzel de bu işi niye ayakta yapıyorlar ki?” demekten kendilerini alamamışlar. Önceleri yalnız gitar, flüt ve keman eşliğinde söylenen tangolara, bir Almanın icadı olan, akordeona benzeyen “Bandaneon” eklenince tangolar daha da etkili olmaya başlamış. Başlangıçta limandaki barlarda, pavyonlarda, “aşağı tabakanın” eğlencesi olan tangolar, yavaş yavaş şehirde homurtulara yol açmış. Koyu katolik olan Buenos Airesli’ler; kadın erkek birbirine yapışık, bacaklar birbirinin arasında kıvrılan bedenlerin oluşturduğu dansı “Ahlaksızlık” diye reddetmeye çalışmış ama pek direnememiş. Bazı girişimciler ve müzisyenler tangoları limandan, kent kahvelerine taşımakta gecikmemiş. 1917’de Carlos Gardel, ilk tangosu “Mi Noche Triste” (Hüzünlü Gecem”) şarkısını besteleyip söylediğinde limana sıkışan tango şehrin tüm sokakları ve barlarına yayılmaya başlar. Gardel bu şarkısında yaşamın her alanını kapsayan dizelere yer vererek tango’yu hor görülen sosyal sınıfın kalın duvarları arasına sıkışmaktan kurtarıp evrensel boyuta taşınmasının yolunu açar. Aradan on yıl geçtiğinde bu kez Gardel tangoyu tüm Latin Amerika’ya ve Hollywood aracılığıyla dünyaya tanıtacaktır. Bu sırada ülkede özellikle kiliseye yakın çevrelerin baskısıyla “ahlaksızlık”la bir tutulan tango yasaklanmaya çalışılmış. Ülke bu yüzden ikiye bölünmüş. 1930’lara gelindiğinde Avrupa’da bir salgına dönüşünce, tartışmalar daha da büyümüş ve bu gelişmeler üzerine Papa devreye girip tango’yu yasaklamış. Hani reklmamın iyisi kötüsü olmazmış derler ya, yasağa karşın daha da yayılmış. Bu gelişmeler Arjantin’de tango’nun herkes tarafından benimsenmesine ve hatta milli bir kimliğe dönüşmesine neden olmuş. Gardel genç yaşta bir uçak kazasında öldüğünde ülkede yas ilan edilmiş, ona hayran bazı genç kızlar intihar etmiş. Ama onun tarzı sonraki müzisyenlere hem müziği ile hem de giyim kuşamıyla ilham kaynağı olmuş. Bir haftalık bu başkent gezimin ardından geriye, dünyanın en güzel biftekleri, güzel kafeleri, modern giyimli insanları, sayısız köpek gezdiriciler, Gardel’den kalma tango ezgileri ve Boca Juniors ile River Plate takımlarının dillere destan rekabetleri kalıyordu.
Rio gezisini tamamladıktan sonra terminale gidip konforlu bir yolculuğun ardından Latin Amerika’nın sanayisi ve buna bağlı olarak nüfusu en kalabalık kenti Sao Paulo’ya dünyaca ünlü markaların dev fabrikaları arasından geçerek giriyorum. Otuz milyonluk bu devasa kentin otogarı da nüfusuna yaraşır büyüklükte. Hemen bir turizm ofisi bulup şehirle ilgili gerekli bilgi ve haritaları kaptığım gibi dünyanın en çok yolcu taşınan şehir metrosuyla tanışıyorum. Ofisteki görevlinin hırsızlık uyarılarını dikkate alarak çevremdeki herkese şüpheli gözle bakıyorum. Metro çıkışında yerlerde yatan onca bakımsız kalabalığın üzerine basmamak için yoğun çaba sarf ediyorum. Şehir merkezine gidip uygun bir otele yerleşiyorum. Republica durağında inerek Carvalio Caddesi’ndeki Sao Paulo Guest House’ e yerleşiyorum. Ertesi sabah şehri gezmeye başlıyorum. Sao Paulo Güney Amerika’nın en kalabalık şehri. Nüfusu banliyöleriyle birlikte 30 milyonun üstünde. Şehir, çevresi ile birlikte, Türkiye yüzölçümünün yüzde 10’undan fazla bir alana yayılmış. Yazılanlara göre, 16. yüzyılın ortalarında iki papaz, yerli halkı Katolikleştirme çabalarını yerleşerek sürdürmeye karar vermişler. Ve o zamanlar yemyeşil tropikal bir bölge olan, bu bir çok nehrin kesiştiği yerde, Sao Paulo’yu kurmuşlar.19. yüzyılın sonlarına doğru, kahve üretimi ve ticareti şehre iyice damgasını vurmuş kısa süre sonra da bir sanayi, ticaret ve bankacılık merkezine dönüşmüş. Başka ülkelerden tüccar ve sermayedar takımı, ardından da işçiler Sao Paulo’ya akmaya başlamışlar. Kent ve çevresinde İkinci Dünya savaşı sonrasında İtalya, Portekiz, İspanya, Almanya ve Japonya’dan pek çok göçmen gelmiş. Japonya dışında en çok Japon bu şehirde yaşamaktaymış. Brezilya sanayi ürünlerinin üçte biri São Paulo’da üretiliyor. São Paulo’nun 19. yüzyıldan bu yana sürekli büyümesi gecekondulaşmayı da beraberinde getirmiş. Milyonlarca insan kentin çevresinde, sağlıksız barınaklarda yaşamaya başlamış. Çevre kirliliği ciddi boyutlara ulaşmış. Kent içi ulaşım önemli bir sorun olmuş. Durmadan yeni yolların yapıldığı ve gökdelenlerin yükseldiği São Paulo, “Güney Amerika’nın Chicago’su olarak nitelendiriliyor. En çok göç alan şehirlerden biri olan Sao Paulo, göçün en dramatik sonuçlarının yaşandığı şehirlerin başında geliyor. Esas nüfus patlaması 1950’ler sonrasında yaşanmış. Şehir, o gün bu gün, fabrikalarla, sanayi parklarıyla, gecekondularla adeta kuşatmaya alınmış. Yüz yıl önce 250 bin nüfusuyla İstanbul’un yarısı kadarken bugün, İstanbul’un iki katından daha fazla bir nüfusu barındırıyor. Sao Paulo kendi ülkesi dışında, Bolivya, Paraguay ve Peru gibi yoksul Latin Amerika ülkelerinden gelen göçmenleri de barındırıyor. Bu kişiler işçi ücretlerinin daha da düşmesine neden oluyor, hatta çoğunlukla kölelik koşullarında çalıştırılıyorlar. Bu durum şirketlerin karlarını daha da artırıyor. Nitekim Brezilya ekonomisinin büyük bir bölümünü bu mega kent üretiyor. Yalnızca üretmekte kalmıyor, bütün Latin Amerika’nın en büyük tüketici piyasasını da oluşturuyor. Brezilya deyince akla Rio geliyor ancak ülkenin kalbi kesinlikle sao Paulo’da atıyor. Burası binlerce küçük kırmızı topraklı futbol sahaları dışında, uçsuz bucaksız bir beton yığını, çelik ve oluklardan oluşan bir teneke denizi, göbeğinde büyük gökdelenlerin bulunduğu koca bir mantar, çelik kapılı ve elektrik verilmiş güvenlik çemberli evleri ve onun onünde eli silahlı robokoplar, geceleri boşalan iş merkezilerinin önüde ve kaldırımlarda yatan binlerce insan, favelalar denilen ve teneke kutusu ile karton ve mukavvalarla gelişigüzel yapılmış yüzlerce gecekondu semtlerinden oluşuyor. Koca şehir yoksulluk içinde yaşıyor ama küçük bir zengin azınlık yoksulların bu yaşamından tamamen habersiz bir şekilde sınırları kesin çizgilerle belirlenmiş alanlarda yaşıyorlar. Günde otuz milyon insanın trafiğe çıktığı şehirde ulaşım ya metroyla ya da yürüyerek sağlanıyor. Araç trafiğinden dolayı yürümek çoğu yerde daha avantajlı. Zenginler ise tüm bu günlük çilelerden habersiz kendi çözümlerini üretiyorlar. Dünya’da en çok helikopter dolmuşun çalıştığı şehir burası. Zengin ve yoksulun ayrışması toplumsal gerilimi iyice artırmış durumda. Burada orta direk diye bir kavram yok. Ya çok zengin yada açlık sınırında yaşıyor insanlar. Bu durum Sao Paulo’yu dünyanın en çok suç işlenen kenti haline getiriyor. Brezilya dünya’nın 11. ekonomik gücü olmasına rağmen Birleşmiş Milletler’in ortalama ömür, eğitim ve yaşam standardı temelinde toplumsal refahı belirleyen insan kalkınma endeksinde 69.sırada yer alıyor. Zenginler korku içinde fakirler ise yokluk ve suçla iç içe yaşıyor. Dünya’nın en çok zırhlı otomobili burada kullanılıyor. En çok güvenliğe burada para harcanıyor. Buna rağmen günde en az yüz silahlı otomobil kaçırma eylemi yapılıyor. Yoksul mahallelerde ise yılda 10 bin cinayet işleniyor. (New York’un 15 katı). Varoşlarda şiddet ve uyuşturucu ticaretinden kaynaklanan çete çatışmaları çok yaygın. Sao Paulo Belediyesi’nin geceleri şehir merkezindeki kaldırımlarda yatan işsiz ve aç insanları temizleme ve merkezden çıkarma girişimleri ise şimdilerde hem bu ülkede hem de diğer ülkelerde endişe ile izlenmekte. DÜNYA NÜFUS ARTIŞI VE ŞEHİRLEŞME Sao Paulo kentinin gelişim süreci ve buna bağlı nüfus artışı ile onun yarattığı kentsel sorunlar tüm dünyada geleceğin şehirlerini sorgulama gerekliliğini ortaya çıkarıyor. İsa’dan önce 3000’lerden itibaren ortaya çıkan kentler her zaman önem verilen şeylerin doğal merkezi olmuş. Bir zamanlar büyük kentler insanları heyecanlandırır ve şaşırtırmış. Arap tarihçi İbn-i Haldun 1382 de şimdilerde bir kasaba büyüklüğünde olan o zamanki nüfusuyla Kahire’yi gördüğünde büyülenip “Kainatın başşehri işte burası” demekten kendini alamamış. Rousseau gibi bazı düşünürler ise kentleri yozlaşma ve kötülüğün kaynağı olarak görmüşler. İlk evrensel ütopyaların kırsal yerlerde kurgulandığını kentlerin ise günah işlendikten sonra meydana geldiğini savundular. Kızıl Kimmerler’in lideri Pol Phot şehirlerin günah işleme ve yozlaşmanın merkezi olduğuna kendisini o kadar inandırmış ki; dünyada eşi benzeri olmayan bir uygulama başlatarak 1976 yılında Kamboçya’nın başkenti Pnom Penh’i örgütüyle birlikte ele geçirdiğinde 2 milyonluk koca başkenti bir gecede boşlatma emri verip tüm halkı köylere sürmüş.. Tarihte dünya’nın ilk büyük şehirleri doğuda kurulmuştur. 13.yüzyılda Londra’nın nüfusu 50 bin iken bugün dünyanın en büyük tapınağı konumunda bulunan Kamboçya’daki Angkor’da bir milyondan fazla insan yaşıyormuş. Birleşmiş Milletlere Bağlı Habitat adlı kuruluş, dünyadaki şehir nüfusunun büyük bir hızla arttığını ve 2030 yılında dünya nüfusunun üçte ikisini oluşturacak olan 6 milyar kişinin şehirlerde yaşayacağını bildirdi. Ancak bu durum, şehirlerde yaşam koşullarının iyiye gittiği ve çekim merkezleri olduğu anlamına gelmiyor. Aksine insanlar kırsal alanda karınlarını doyuramadıkları için şehirlere kaçacaklar. Habitat raporuna göre şehirlerin insanları doyurabileceği ise şüpheli. 1950 de dünyada nüfusu on milyonu geçen tek bir kent New York’tu. Nüfusu 10 milyonu aşan kentler mega kent olarak tanımlanır. 1995 te bu tanıma uyan 14 kent vardı dünyada. Günümüzde bu sayı 18’ye yükseldi. 2015’te ise 21 olacağı tahmin ediliyor. Bu büyüme büyük ölçüde ulaşım, barınma, su, kanalizasyon gibi altyapı hizmetlerinin yetersiz olduğu gelişmekte olan ülkelerde yaşanacak. Günümüzde dünyanın en büyük kentleri sırasıyla Tokyo, Meksiko City, Sao Paulo, New York ve Bombay’dır. Onları takip eden diğer mega kentler ise şöyle: Asya’da Dakka, Jakarta, Delhi, Kalküta, Pekin, Şangay, Osaka, Manila, Karaçi, Afrika’da, Kahire, Lagos (Nijerya), Amerika Kıtası’nda ise Rio, Buenos Aires ve Los Angeles’tır. Günümüzde büyük bölümü kırsal kesimde yaşayan Asya ve Afrika’da yakın gelecekte şehir nüfusları kır nüfusunu geçecek. Bu durumda gelecekte pek çok insanın yaşam kalitesini şehirlerin niteliği belirleyecek.
-------------------------------------------------------Bir Haftalık Buenos Aires gezisinden sonra, hava kararmadan Andların tam ortasında Arjantin ve Şili’yi birbirinden ayıran Las Guevas Sınır Kapısına ulaştık. Şimdilerde iki komşu ülkenin dostluğunun en önemli göstergesi sınır görevlilerinin aynı binada hizmet veriyor olmasıydı. Tüm yolcular sıraya geçip önce Arjantin ofisinden çıkış damgasını yiyoruz. Kısa bir süre içinde işlemlerimizi halledip, kıta’nın en Güney Batısı’nda, bağları ve şarabı, dünyanın en büyük bakır madenleri, evrensel boyutta şair deyince ilk akla gelen Pablo Neruda’sı, dört yüz yıl boyunca bir tek yağmur damlasının düşmediği Atacama Çölü, müthiş bir altyapı planına sahip başkent Santiago şehri, bir dönemin ulusal kahramanı Salvador Allende’si, yakın tarihine mutlak bir damga vuran diktatör Pinochet’i ve ülkenin sanki dünya ile iletişimini kesmek için bir perde gibi önünü kapatan And Dagları ile adını dünyaya duyuran ince uzun ülke Şili’ye ayak bastık. On beş milyonluk ülkenin üçte birinin yaşadığı başkent Santiago’ya ulaştığımda vakit geceyarısıydı. Bir metro ile Republica’ya gidip otelime yerleşip hemen uyudum. Ertesi gün Modern Monede Meydanı’ndan başlayıp ayağımın tozuyla şehrin nabzının attığı tüm caddeleri turladığmda gördüğüm manzara karşısında gerçekten gözlerime inanamadım. Latin Amerika’nın en güzel kenti bizde diye övünen Buenos Aireslilerin kentinden bile kat be kat modern bir başkentle karşılaştım. Alabildiğine geniş bulvarlar, bir birine paralel caddeler, araç ve yayalar için yapılmış ayrı ayrı yollar, Ülkenin her türlü kültürünü yansıtan ve her biri ayrı birer sanat eseri olan heykeller kenti süslüyor. Gerek binalar gerekse insanların tipleri ve giyim kuşamlarına baktığınızda buranın bir Avrupa ülkesinden hiç bir eksiğinin olmadığını görebilirsiniz. Beni esas şaırtan ise bu modernisazyon Pinochet döneminin mi, yoksa son yüz yılın genel bir birikimi mi? Bunun kimin eseri olduğunu tam olarak bilemiyorum ama Pinochet’in etkisini sokaklarda bu gün bile rahatlıkla görüyorum. Caddelerde dolaşan hemen her beş kişiden biri üniformalı askerler. Kıyafetleri oldukça modern ve her birinin elinde bond tipi çantalar var. Darbeci general bugün hayatta olmasa bile ülke, 1980 de onun değiştirdiği Askeri Anayasa ile yönetiliyor. (Bizim 82 Anasayasası ile yönetildiğimiz gibi). Bu askerlerin dışında bir de Londra’daki gibi gibi atlı askerler var. Onlar sokak sokak dolaşıp şehrin asayişini sağlıyorlar. Askerlerin dışında hiç güvenlik görevlisi yok. Gözüm bir polis teşkilatı aradı ama nafile. Burada trafik bile hala askerlerden soruluyor. Çok modern bir metrosu yanı sıra, belediye otobüsleride pırıl pırıl görünüyor. Yolcuların yaş grubu dikkatimi çekiyor. Hepsi’de yirmili yaşlarda. Küçük çocuklara rastlamak biraz zor. Avrupalı gibi olunca haliyle pek çocuğa rastlanmıyor. Ülkede doğum oranı çok düşük. Özellikle otelimin bulunduğu Barrio Brasil semtinin çevresindeki büyük öğrenci yurtları dikkatimi çekti. Bir cafe’ye girdiğimde yüzlerinden Uzakdoğu’lu oldukları anlaşılan koca bir grupla karşılaştım. Hepside uzak memleketlerinden buraya üniversite okumaya gelmişler. Söylenene göre dünya’nın değişik üniversitelerin şubeleri de dahil olmak üzere dört yüze yakın fakülte varmış burada. Avrupada Oxford ve Chambridge gibi üniversite kentlerine karşılık Latin Amerika’nın adeta bir üniversite kenti burası. Hal böyle olunca her türlü renk ve milletten gençlere rastlanıyor. Buraya “aşıklar kenti” denmesinin nedeni, dünyanın dört bir yanından gelip burada özgür bir ortam bulan öğrencilerin yaşadığı milletlerarası aşklardan kaynaklanıyor olsa gerek. Köşe başlarında ve kafelerde sarmaş dolaş gençler şehre ayrı bir canlılık katıyor. Şehrin ortasındaki küçük parkın bulunduğu tepeye çıkıp bir süre kentin manzarasını seyre daldım. Ülkemize bu kadar uzak olan bu şehirde bir de Türkiye Caddesi var. Caddenin yanında bir park, Parkın içinde de bir Atatürk heykeli bulunuyor. Hemen onun yanında da koca bir ay yıldız var. 1995’te Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in ziyareti anısına yapılmış. Bu yapı, çok uzaklarda da olsa Türkiye’nin Şili’de siyasi olarak ne kadar önemsendiğinin bir göstergesi. Üstelik kurtuluş savaşımızdan sonra kurduğumuz yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk tanıyan ülke de Şili olmuş. Burada birde Atatürk Lisesi varmış ama orayı gezme şansım olmadı. Santiago aynı zamanda müze ve sanat galerileri ile de ünlü bir başkent. Şehirdeki üçüncü günümü bu etinliklere ayırmıştım ama günlerden Pazar olunca buradaki şehrin bir festival havasına bürüneceğini bilemiyordum. Önce Plaza de Armas’ ın karşısında bulunan ve kolonial dönemden kalma katedral binasına gittim. Çevrede onlarca kilise var. Bu ülkede de koyu bir katolik inancı hakim. Üniversitelerin çoğunun isminde bile katolik kelimesi geçiyor. Günlerden Pazar olması nedeni ile diğer büyük Latin kentlerinde olduğu gibi buradada ana caddeler trafiğe kapalı. İnsanlar bu gün mümkün olduğunca yürümeyi tercih ediyor. İspanyollardan kalma koloniyal bir etkiden mi bilmiyorum ama burada da tıpkı Barcelona’nın ünlü La Rablas Caddesi gibi ana caddeler üzerinde çok güzel etkinlikler var. Müzisyenler, pandomim sanatçıları, sokak tiyatrocuları, ressamlar, eski eşyalar satan antikacılar, ilginç kostümler giyip yol ortasında heykel gibi duran insanlar güne bir festival havası veriyor. Ancak her türlü gösterileri yaparak insanların dikkatini çekmeye çalışanların hiç biri, her köşe başında elinde mikrofonla incilden bölümler okuyan ve onları ısrarla kiliseye davet eden kişilerin önündeki kalabalığa ulaşamıyor. İkinci olarak Salvador Allende Müzesi’ne gittim. Burada Allende’nin hayatından kesitler bulunurken özellikle darbe gününü anlatan çok sayıda döküman yer alıyor. Buraya kadar gelmişken büyük üstad Pablo Neruda’nın müze haline getirilen evi gezilmez mi? Aslında Neruda’nın bu ülkede iki ayrı evi varmış ama ben bu şehirde bulunan bellevista tepesi yakınlarındaki “La Chascona” adındaki evine gidiyorum. Şair Paris, Meksika, ve Madrid’teki büyükelçilik görevleri ve darbe yıllarındaki sürgün dönemi dışındaki hayatının büyük bir bölümünü bu evde geçirmiş. Şimdilerde Nobel Edebiyat ödülü alan Orhan Pamuk dünya’nın gündemindeyken bu ödülü Güney Amerika’dan şu ana kadar üç kişi kazanmış. Bunlardan ikisi Şilili. Önce Gabriela Mistral, ardındanda 1971’de Pablo Neruda. ( Üçüncüsü Kolombiyalı Gabriel Garca Marquez.) Avluyu andıran karmaşık bir bölümden içeri girdiğinizde karmaşa devam ediyor. Evin bölümleri biraz labirenti andırıyor. Odalarda kendi özel eşyalarının yanı sıra Pablo’nun yakın dostları olan Picasso ve Salvador Dali’nin resimleride var. Evin ortasında ağaçlar var.Pablo Nazım Hikmet’inde yakın dostuymuş. Paris ve Moskova’da bir çok kez bir araya gelmişler. Pablo Neruda çok sevdiği Allende’nin ve bir çok yakın dostunun ölümünden ve göz hapsinde tutulmasından dolayı sağlığını kaybederek hayatını 1973’ün sonlarında noktalar. Öldüğügün evinin etrafını askerler ablukaya alıp kimseyi içeri almaz. Bazılarıda korkusundan cenazeye gidemez. Ancak daha sonra binlerce insan mezarını ziyaret edip karanfiller bırakır. 1986 yılında onun vasiyeti üzerine Neruda Vakfı kurulmuş ve evindeki tüm eserler Şili halkına miras olarak bırakılmış. Vakıf şimdilerde burada konferanslar düzenleyip sergiler açıyor ve onun eserlerini yeni nesillere aktarıyor. Ayrıca her yıl 40 yaşını aşmamış şairlerden birine Neruda ödülü vermeye başlamış. (İlkini geçen yıl bir Arjantinli kazanmıştı.) Akşam üzeri şehrin kuzeyine gidip 1911 den kalma eski bir metal yığınına binerek tıngır mıngır, ormanların arasından 800 metre yükseldikten sonra Metropolitan Tepesi’ne çıkıp şehrin gerdanını 82 karatlık bir pırlanta gibi saran And Dağları’nın muhteşem manzarasını bir koltuğa oturup seyretmek varmış. Santiago’nun en önemli noktası kesinlikle burası. En iyi zaman ikindi vakti gitmek. Zirvelerinde kar eksik olmayan Andların üzerinden güneşin şehir üzerine bahşettiği pembe ve kırmızımsı ışık süzmelerini mate çayı eşliğinde seyre koyulduktan sonra sakın “artık gitme vakti” diye düşünmeyin. Şehrin manzarasını bir de gün batımından sora izleyin. İzleyin ki; başkentin mhteşem sokaklarını, ve ne kadar planlı yapıldığını caddelerindeki sıra sıra yanan ışıklardan anlayın. Hele bir Alameda Caddesi var ki; sanki ince uzun olan ülkenin bir simgesi gibi tek bir hat üzerinde şehri adeta Ekvator Çizgisi gibi ikiye ayırıyor. Tepede Brezilya’da Rio’yu koruması için yapılan meşhur Koruyucu İsa heykeline benzeyen devasa boyutlarda bir de Meryem Ana heykeli duruyor.
İspanya ve Portekiz kökenli Yahudiler yani Seferad'ların İspanya'dan kovulunca Osmanlı topraklarına yerleştiklerini, 2. Dünya Savaşı sırasında da Almanların onları öldüreceğinden korkup Latin Amerika'ya göçerek birçoğunun Bounos aires'e yerleştiklerini coğrafyacı gezgin Mustafa Andıç'ın Güney Amerika ''Dansın,Müziğin,Başkaldırının Sesi'' kitabından tam okuyordum ki uçağımızın Bounos aires'e inişe geçtiği anonsunu duydum.Güzel hava anlamına gelen bu şehre neden bu adın verildiğini işte bu sırada uçağın penceresinden şehre kuşbakışı bakarken anladım.Bütün sokaklar, caddeler yeşil bir taç giymişlerdi sanki.Şehir yeşil bir kalemle enine boyuna çizilmiş gibiydi.Bu kadar ağacın ,parkın,yeşil alanın olduğu bir şehirde hava güzel olmaz da ne olur ? Dev anıt ağaçların süslediği sağlı sollu parkların yanından geçerken ah burasını iyi ki TOKİ yetkilileri görmüyor yoksa ağızları sulanır hatta sulanmakla kalmazdı diye düşünmekten kendimi alamadım.Toprağın üzerinde dans eder gibi estetik kıvrımlar yapan adeta zımparalanmış ve cilalanmış gibi kökleri olan Paloborkacho ağaçları anıtsal özellikleriyle bu ülke insanlarının ağaçlara olan saygılarını ve bakış açılarını adeta bize kanıtlamak ister gibi yükseliyordu göğe doğru.Başları dimdikti, onları kesilmekten koruyacak gençlere ihtiyaçları yoktu, sadece gençleri sevgiyle kucaklıyor, gölgesinde barındırıyordu. Gomero ağaçları da Bounes aires'in adeta simgesi gibiydi, onlar da gövdeleriyle toprağın üzerinde vazolara konmuş çiçekler gibi bir görüntüye sahipti.Parklar bahçe düzenlemeleriyle zaptırapt altına alınmamış doğasına bırakılmıştı.Bu şehirde parklar gelişmişliğin kanıtı olmak istercesine düzenlenmeye çalışılmamış, aksine naturelliğin gelişmişliğin göstergesi olduğunu kanıtlamıştı. Bütün kentliler çoluk çocuk güzel havayla bu büyük parklarda kucaklaşıyorlar, koşuyorlar, kitap okuyorlar, yan gelip yatıyorlardı kızlı erkekli...
Bu şehrin Taksim Meydanı olan Plaza Major pek çok siyasi gösteriye ev sahipliği yapıyordu.İnsanlar sloganlar atıyor, serbest kürsüden kitleye hitap ediyor, bayraklar , flamalar açılıyor, pankartlar insanların demokratik hakları gereği düşüncelerini ifade edebilmelerine aracılık ediyordu. Darbeler ülkesi olarak bilinen Arjantin, yıllar içinde demokratikleşmenin mutluluğunu özgürce yaşıyordu.
Dünyanın akustiği en iyi olan Milano'daki La Scala operasından sonra gelen Colon Tiyatrosu ( 1908 ) , ülkenin ilk bayrağının asıldığı 67,57 m yüksekliğindeki ünlü Obelisk sütunu ve 140 metre genişliğinde dünyanın en geniş caddesi ünvanına sahip olan 9 Temmuz caddesi ile ünlü olan Bounos aires'e haklı bir ün daha getiren Eva Peron'un da mezarının bulunduğu Recoleta Mezarlığı maddi güç gösterisinin öldükten sonra da devam edebileceğinin göstergesi gibiydi. Bir mezar yerinin şehrin iyi bir semtinde alınabilecek güzel bir ev fiyatı kadar olduğu söylenen bu mezarlık ana caddesi ve bu caddeyi kesen sokakları ve ihtişamlı ev benzeri mezarlarıyla dünyada eşi benzeri olmayan bir yerdi.Önce bu alanın içinde bulunan kilisenin baş papazının defnedilmesi amacıyla inşa edilen, sonra devlet adamlarının da gömülmeye başlandığı Ricoleta mezarlığı zaman içinde parayı bastıran sıradan kişilerin de ebedi istirahatgahı olmuş.Ölülerin özel bir işleme tabi tutulduktan sonra tabutların içinde saklandıkları kat kat gözlerden oluşan mezarlar içinde kişilerin özel bazı eşyalarının, çerçevelenmiş resimlerinin, vazo ya da saksı içinde çiçeklerinin , dantel örtülerinin süslediği, kapıyla içeri girilebilen evler gibiydi.Kimi mezarlar sade taşlardan yapılmışken, kimi mezarlar dev heykellerle, sembollerle,hatta altın objelerle süslenmişti.Yan yana yapılan iki mezardan biri bir diğerine ben senden daha zenginim, benim babam senin babanı döver diye caka satar gibiydi.Mezarı burada bulunan Eva Peron fakir halkın sevgilisiyken zenginlerce de pek sevilmezmiş.Çünkü iktidara geldiğinde zenginden alıp fakire verecek yasaları eşi Arjantin Başkanı Juan Domingo Perón ile birlikte düzenleyen María Eva Duarte de Perón İspanyolca "Küçük Eva" anlamına gelen Evita lakabıyla bilinirdi. Evita'nın mezarı buradaki en sade mezarlardan biriydi.
Rio de la Plata (İspanyolca Gümüş Nehri) Güney Amerika nehirleri Rio Paraná ve Rio Uruguay'ın beraber oluşturdukları 290 km uzunluğunda ve 220 kilometreye varan genişlikte, Atlas Okyanusu'na açılan bir nehir ağzında oluşmuş Tiger Deltası görülmeye değer.Sadece deniz yoluyla ulaşılabilen iskeleleriyle ünlü lüks yazlık evlerin, yüzen marketlerin bulunduğu nehirde içerilere doğru gidildikçe evlerin ihtişamı yerini orta gelirli halkın mütevazi evlerine bırakıyor. Bu evlerin sakinlerini taşıyan motor iskelelerinde ellerinde bavulları, eşyalarıyla bekleyen insanlar bana İstanbul'daki Adalar iskelesini hatırlatıyor.Yine nehrin iki yakasındaki yeşillik suyun boz rengini saymazsak beni huzura doğru yola çıkarıyor.İyi ki buradayım !!!
Bir futbolcunun tarikatının olduğu başka bir ülke olduğunu sanmıyorum Arjantin'in dışında. La Bombonera, efsanevi Maradona'nın boy boy duvar resimlerinin, posterlerinin olduğu La Boca bölgesinde yer alan ve Arjantin'in köklü kulüplerinden Boca Juniors'un iç saha maçlarını oynadığı stadyumdur. Stadyum, La Bombonera adını şeker kutusuna benzeyen mimarisinden dolayı almıştır. Halkın takımı olarak nitelendirilen La Boca'nın ezeli rakibi aristokratların takımı olarak bilinen River Plate'dir. La Boca'nın sarı lacivert rengi, renklerini River Plate ile oynadığı bir maçtaki yenilginin ardından kaybeden La Boca'nın ilk gelen geminin bordasında çekili bayrağın renklerini almasıyla oluşmuştur.Bu hikaye stadyumun duvarında resmedilmiştir.
'' Tanrının eli ''olarak inanılan Maradona'nın 1986 Dünya Kupası'nda İngiltere'ye elle attığı gol İngilizlerce "skandal" olarak görülse de Arjantin'de "Maradona Tarikatı"na gönül veren 15 bin kişi için her sene bir bayram olarak kutlanır. 2002'de kurulan tarikat, ünlü futbolcuyu dünya üstü bir varlık olarak kabul eder.Tüm dünyada müritleri bulunan tarikatın bazı şartları şöyle: İngiltere'ye attığı gölün tanrının bir lütfü olduğuna, o elin Maradona'nın elini kullanan Tanrı'ya ait olduğuna inanmak. Futbolu canından çok sevmek. Kendini Maradona'nın yüceltilmesine adamak. Maradona'yı asla bir takıma maletmemek. Çok ilginç değil mi ?
Bounos aires'e gelip de tangonun doğum yeri olan La Boca'ya gidilmez mi, oraya gidip sokaklara taşan tango izlenmez mi ? Tango'nun babası olan Carlos Gardel saygıyla anılmaz mı ? Rengarenk teneke evlerin minicik balkonlarından sarkan saçına kondurduğu çiçeği ve kırmızı rujuyla esmer tenli Arjantin'li erkeklere kur yapan kadınların ateşli dansı belleklere kazınmaz mı ?
La Boca'da 19. yüzyıldan kalma tarihi evler fakirliğin verdiği parasızlık nedeniyle döküntü bir görünüm almıştı ama ne dökülen evler, ne teneke mahalleler bu semtin halkının keyfini azaltmamıştı, dans sokaklara taşmıştı. Yan yana sıralanmış restoranlar kendi küçücük sahnelerini kurmuşlardı.Bu sahnelerde tango yapan dansçıların ahenkli figürlerine takılı gözlerle ne yediğinin farkına varamamak da işin bir başka keyfiydi.
Döküntü binaların duvarlarındaki grafitileriyle, tango yapan çiftlerle fotoğraf çektirmek için sıraya giren turist kafileleriyle, arnavut kaldırımlı meydanları etrafına dizilmiş cafeleriyle ,rengarenk teneke evleriyle ahenkli bir şehirdir Bounos aires.