FAS

"BAŞTAN BAŞA BÜYÜLÜ FAS YOLCULUĞU"

Fes, Erfud, Merzouga,(Sahra Çölü), Quarzazate, Aidbin Hoddo, Marakkeş, Essauria- Casablanca

06 Ekim - 13 Ekim 2024 (8 gün)

Fas'ın büyüsü

Endülüs evleri

Kraliyet Sarayı, Kasbah Oudaia Kalesi, 5. Muhammet Mozolesi,

Zanaatkârlar çarşısı

Bakır ve süs eşyaları, deri işleme atölyeleri olan Tinerhir Meydanı

Bol eğlence

Restaurant El Fassia , otantik fas gecesi
Marakkeş’de gece gidilen muhteşem Chez Ali gösterisi

Sahra Çölünde geceleme

Çadırlarda Berberi ve Tuareg dansı ve müzikleri eşliğinde çok özel bir gece yaşıyoruz


Program (8 gün)

1. Gün 06 Ekim 2024 PazarİSTANBUL-FEZ

5 Ekim Cumartesi gününü 6 Ekim Pazar gününe bağlayan gece saat 22:00’de İstanbul Havalimanı’nda Air Arabia kontuarında buluşma. Check İn işlemlerinden sonra Air Arabia Havayolları ile saat 00:50’de Fas’ın Fez kentine hareket. Aynı gün saat 03:30’da Fez kentine varışımızın ardından özel aracımızla otelimize transfer. Chekc in yaparak otelde dinleniyoruz. Öğle vakti özel aracımız ve yerel rehberimiz eşliğinde tarihi Fez kenti turumuza başlıyoruz. Ortaçağ’ı günümüzde en iyi yansıtan şehir olarak bilinen FES’in tarihi Medina kentinde Attarine Medresesi, Eski Karaounie üniversitesi, Andalous Camii, Nejarine Meydanı, bakır ve süs eşyalarının yapıldığı zanaatkârlar çarşısı, hala ortaçağ döneminden kalma deri işleme atölyeleri olan Tinerhir Meydanını, deri ve Fas'a özel takıların satıldığı çarşı ziyaretinin ardından, kral sarayını, ve 16. yüzyıldan kalma eski Musevi Mahallesini geziyoruz. Akşam yemekli ve yöresel kültürün yansıtıldığı, bol eğlenceli otantik bir Fes gecesine katılıyoruz. Geceleme otelde.

2. Gün 07 Ekim 2024 PazartesiFES / ERFUD& SAHRA ÇÖLÜ

Sabah erkenden alınan kahvaltının ardından Orta Atlas Dağları üzerinden Fas’ın Uludağ’ı sayılan İfrane kenti üzerinden geçerek, muhteşem manzaralı Ziz Vadisi’ni gezip Er Rashid kenti üzerinden Sahra Çölü içinde bulunan Erfud kentine varıyoruz. Sahra Çölü’nün derinliklerine doğru (Paris- Dakar rallisi yolu) yol alacağız. Kervan yerleşimi olan Merzouga’ya vardığımızda develerle bir kervan yolculuğu yaptıktan sonra devasa kum tepeleri üzerinde muhteşem gün batımı manzarasını izleyeceğiz. Akşam Çöl içindeki lüx çadırlarda Berberi ve Tuareg dansı ve müzikleri eşliğinde çok özel bir gece yaşıyoruz.

3. Gün 08 Ekim 2024 SalıERFOUD / QUARZAZATE

Sabah çölde gün doğuşunu izledikten sonra alınan kahvaltının ardından 4x4 araçlarla tekrar Erfud’a dönüş. Bu sırada geçmişte bir deniz ve gölle kaplı olan Sahra’dan kalma milyonlarca fosilin bulunduğu çok özel bir alanı geziyoruz. Fas’ın Holywood’u sayılan bir başka çöl kenti Quarzazate'e doğru yola çıkıyoruz. Yol üzerinde önce fosil kalıntılarını, tarihi yeraltı su kanallarını, muhteşem Todra Vadisi’ni ve onun çevresindeki yerleşimleri görüyoruz. Akşam üzeri Quarzazate'e varıyoruz. Kentin en görkemli kalesi olan Glaoui evi ve onlarca filme konu olan meşhur kent sokaklarını geziyoruz. Konaklama ve akşam yemeği Hotel Club Hanane’de. www.clubhanane.com

4. Gün 09 Ekim 2024 ÇarşambaQUARZAZATE / MARAKKEŞ

Sabah kahvaltısının ardından şehir çıkışında bulunan Atlas Film stüdyolarının gezilmesinin ardından Marakkeş’e hareket. Yolumuz üzerinde bulunan Unesco kenti Aid Bin Hoddo kasbahını geziyoruz. Benhur, Arabistanlı Lawrence, Gladyatör, Büyük İskender gibi filmlere mekân görevi görmüş bu kasaba ve çevreyi tanıma fırsatı bulacağız. Yolumuz Yüksek-Atlas dağlarının arasından geçecek. 2660 metrede Afrika'nın en yüksek tepelerinden birisi Tichka’yı geçtikten sonra Atlas Dağları’nın güzel manzarası eşliğinde kısa molalar vererek Marakkeş’e ulaşıyoruz. Otelimize yerleştikten sonra ünlü 5. Muhammed Caddesi’ne gidip dolaşıyoruz.

5. Gün 10 Ekim 2024 PerşembeMARAKKEŞ

Sabah kahvaltısının ardından tam günlük Marakkeş turu. Menara Bahçeleri, Koutoubia Minaresi, Dünyanın en güzel kaktüs bahçesi olan Jarden Mojerella, 19. yüzyılda şehri idare eden paşa tarafından inşa ettirilmiş Bahia Sarayı ile Dünya’nın en güzel kaktüs bahçesi olan JardenMojorella’yı geziyoruz. Öğleden sonra alışveriş için serbest zaman. Fas’ın en güzel çarşısına dalış ve alışveriş. Akşamüzeri ise Afrika'daki en hareketli şehir meydanı olan El Fena’da meddahlar, yılan oynatıcıları, büyücüler ve kınacılar meydanında ortaçağ kültürüne tanıklık ediyoruz. Sonrasında meydan yakınındaki yöresel bir restoranda ünlü Marakkeş yemeklerinden oluşan güzel bir akşam yemeği yiyoruz. Konaklama Marakkeş’te.

6. Gün 11 Ekim 2024 CumaMARAKKEŞ-ESSAİOURA

Sabah kahvaltısından sonra otelden ayrılıp yaklaşık üç saat süren bir yolculuk sonrası Fas’ın Atlas Okyanusu kıyısındaki rüya şehri Essaioura’ya varıyoruz. Burada güzel bir otele yerleştikten sonra deniz ürünleriyle meşhur olan geleneksel mekanlardan birinde her türlü deniz ürünlerinden oluşan leziz bir yemek yiyoruz. Ardından renkli balıkçı kayıklarını, tarihi sokaklarıyla meşhur kentin ara sokaklarını geziyoruz ve otantik dükkanlardan alışveriş yapıyoruz. Geceleme Essaioura otelimizde.

7. Gün 12 Ekim 2024 CumartesiESSAİOURA-MARAKKEŞ

Sabah kahvaltısının ardından Atlas okyanusu kıyısında geniş kumsalda bir yürüyüşe çıkıyoruz. Burada dileyen arkadaşları ATV ile sahilde dolaşırken, dileyenler ata binebilirler. Öğleye doğru ise tekrar yola çıkıp ikindi vakti Marakkeş’te aynı otelimize yerleşip, daha sonra hep birlikte yine El Fena meydanı ve onun arkasındaki çarşı pazarı dolaşıyoruz. Geceleme otelde.

8. Gün 13 Ekim 2024 PazarMARAKKEŞ- KAZABLANKA/İSTANBUL

Sabah otelde alınan kahvaltının ardından 3 saatlik keyifli bir yolculuğun sonrasında Kasablanka’ya varış. Kazablanka şehrinin okyanus kıyısında bulunan Afrika’nın en büyük camisi olan HASAN II camisinin görülmesinin ardından (dışarıdan) bir Şehrin okyanus kıyısındaki lüks yerleşim yerleri ve eğlence mekanının bulunduğu AinDiab bölgesinde kısa bir mola verdikten sonra havalimanına gidiyoruz. Saat 18.15’ te Air Arabia Havayolları ile direkt İstanbul’a uçuş. Gezimiz gece yarısı Sabiha Gökçen Havalimanı’nda sona eriyor.

Yorumlar: Bu gezi hakkında görüş bildiren kişiler

Tura katılan kişi sayısı :

Kişi 1:

Yorum 1

Kişi 2:

Yorum 2

Kişi 3:

Yorum 3


Görüş Bildirin

KIRMIZI ŞEHİR: MARAKEŞ

Portakal ağaçlarıyla süslü bulvarları, “Souk” denilen geleneksel yerel çarşıları, akşamları gerçekten kıyametin koptuğu El Fena Meydanı, şehrin simgesi durumunda olan dört köşeli devasa Kutubiye Minaresi, Sahra Çölü’ne açılan tarihi kervan yollarının en kuzey kapısı, Fas krallığı’nın ilk başkenti, binalardan yollara, duvarlardan toprağa kadar her karesinin alabildiğine kızıla boyandığı gerçek bir Afrika kentidir Marakeş. Moritanya, Mali, Berberi ve Arap-Fas halkların harmanlamasından oluşan Marakeş, tüm kıta’da beklide Afrika kültürünü en görkemli şekilde yansıtan şehirdir. Bu özelliğinden dolayı yolu bu ülkeye düşenler, gezilerinin finallerini hep bu kente bırakırlar ve büyülü anılar dışında, çantalarını da buraya özgü ürünlerle tıka basa doldurarak ülkelerine dönerler. Nitekim bizde öyle yaparak on günlük Fas gezimizin son iki gününü kiremit kızıllığı rengindeki bu kente ayırdık. Fas’ın dördüncü hanedanlık başkenti olan Marakeş, 1062 yılında kurulmuş. 16. yüzyılda ise Saadiler’in yönetiminde başkent yapılmış ve en parlak dönemini yaşamış. Şehirdeki tarihi yapıların çoğu bu dönemlere rastlıyor.(Saadiler, Akdeniz ve Kuzey Afrika’nın o dönemde hakimi olan Osmanlı Kaptanı Derya’sı Barbaros Hayrettin Paşa’ya bağlılıklarını bildirmişler.) Gezimize şehrin simgesi olan 70 metre yüksekliği ve dört köşeli dev gövdesiyle kentin her tarafından görünen Kutubiye Minaresi ile başlıyoruz. 12. yüzyılda Muvahhidler döneminde yapılan ve halen dünyanın en görkemli üç minaresinden biri olan Endülüs Emevi kültürünün izlerini taşıyor. Bu yapının diğer iki örnekleri ise ispanya’nın Sevila kenti ile Rabbat’ta bulunuyor. İkinci durağımız şehrin belkide en önemli tarihi mekanı olan aynı zamanda Marakeş’in kurucusu Ali Bin Yusuf Medresesi oluyor. Buranın özelliği 12. yüzyılda İslam kültürünün doruk noktasına ulaştığı ve tüm dünyada bilim ve kültür alanında yetişen en önemli kişilerin bu medreselerde yetiştiği belirtiliyor. Geleneksel çarşıların içinden geçerek bir başka önemli tarihi mekan olan 16. yüzyıl yapımı El Badi Sarayı ile hemen onun yakınında bulunan Bahiye Sarayı’nı geziyoruz. Bu ülkedeki tarihi mekanların hepsinin kendine özgü bir mimari tarzı bulunuyor. Bu özgünlük en çok yapıların giriş kapılarında göze çarpıyor. Tavanlar ve çıkmaları ise tamamen sedir ağaçlarından yapılmış el emeği ince ağaç işlemeciliğinin doruğunu yansıtıyor. Topkapı Sarayı’nın şadırvanlı ve geniş mermerli odaları ve İstanbul Üniversitesi’nin giriş kapısı mimarisine bakıldığında geleneksel Osmanlı mimarisinin Emevi ve Abbasi Arap mimarilerinden etkilenmiş oldukları görülüyor. Sadi Hanedanlığı’nın tarihi yapılarınında huzuruna çıktıktan sonra tarihe bir nokta koyup, bu kez birbirinden güzel peysaj özellikler taşıyan ve şehrin karmaşa ve gürültüsünden biraz uzaklaşıp şöyle içimizin açılarak huzur bulduğumuz sanat eseri parklara kendimizi atıyoruz. Koca bir göl büyüklüğündeki su havuzu ve çevre düzenlemesiyle hafta sonu tüm ailelerin nefes almak için tercih ettikleri Agdal Bahçeleri çölde bir vaha misali insanlara hayat veriyor. Ama benim favorim kesinlikle bir Fransız sanatçısının yaptırdığı Jardin Mojorella dedikleri kaktüs bahçesi ve o bahçe içinde bulunan mükemmel mimarili yapı oluyor. Dünya’ın dört bir yanından getirilen toplam 3500 çeşit kaktüsün yetiştirildiği bahçe ve içindeki yapılar bir sanat şaheseri. Bu şehrin en sevdiğim tarafı, görülecek yerlerin çok fazla olmasından dolayı yorgun düşüp bir kenarda iki dakika soluklanırken sıcağa ve susuzluga karşı her köşe başında duran taze sıkılmış portakal suyu satıcılarının olması. Bu kısa molanın ardından artık “Souk” denilen tarihi çarşıyı gezebiliriz. Büyük çarşının her bir sokağında ayrı ayrı satıcılar yer alıyor. Kimi sokağa girdiğinizde kokuların dışarıya taştığı baharatçılar, kimi sokakta sadece halıcılar, kuyumcular, seramikçiler, bakırcılar, tahta oymacıları, terlikçiler, şekerciler, kınacılar gün boyu müşterilerini bekliyor. Bizde olduğu gibi burada da pazarlık yapmadan alışveriş yapılmıyor. Durun daha gün bitmedi, esas kıyamet bundan sonra kopacak. Şimdi geldik ülkenin; yok yok tüm Afrika Kıtası’nın daha da ötesi, belki de dünyanın bir başka hiçbir köşesinde böylesine bir curcunanın yaşanmadığı ve zamanın durduğu bir ortaçağ panayırı olan Jema ül Fena Meydanı’na gidiyoruz. Gündüz çok sıradan bir görüntü çizen bu meydanda akşam vakti hareketlilik başlıyor. Önce seyyar restoranlar teker teker alana gelip yerleşmeye başlıyorlar. Ardından Afrika’nın tam tam ritimli,kuru gürültülü davul sesleri ortalığı hareketlendiriyor. Aradan ince bir zurna sesi havaya biraz baharat tadı ekliyor adeta. Meydanın çevresideki yüksek bir binanın teras katında yerinizi alıp alandaki olup biteni seyretmeye başladığınızda az sonra burada dev prodüksiyonlu bir oskar filmi çekileceği için sahne hazırlanıyor havası var. Sanki birazdan Spielberg “motor” diyecek. . Her türlü yemeği pişirip satan satıcılar, müzisyenler, falcılar, akrobatlar, şifalı ot satıcıları, yılan oynatıcıları, sokak bahisçileri, kınacılar, itina ile her türlü Afrika büyüsünü yapanlar baş aktörler olarak sahnedeki yerlerini alıyorlar. Her gösterinin bir bedeli var. Kafanızı nereye çevirseniz bir başka etkinlik göze çarpıyor. Burada turistlere gösteri yapan ilginç kıyafetli insanların çoğu aslında iş imkanıyla buraya gelmiş ve umduğunu bulamamış olan fakir Afrika uluslarının gençleri. Hayatta kalabilmek ve karınların doyurmak için geldiği kültürün ilginç bölümlerinden örnekler sunuyorlar. Birbirinden ilginç kostümlü insanlar fotoğraf karşılığında hemen yakanıza yapışıp bahşiş istiyorlar. Saatler akşamın dokuzu olduğunda meydan bütünüyle Ortaçağ kostümüne bürünüyor. Hele seyyar lokantaların kızarttığı kebapların kokusu ve dumanı ortalığı kaplamaya başlayınca manzaranın büyüsü iyice artıyor. Bu sihirli ortamın bir parçası hissetme duygusu tüm benliğimizi kaplamaya başlayınca kendimizi meydanın ortasında bulup adeta filmdeki rolümüzün hakkını vermek için üzerimize düşeni yapıyoruz. Bu kadar gürültü, patırtı ve karmaşaya rağmen yinede meydanın turistler için gayet güvenli olduğunu söylemem gerekiyor. Durun! Hemen öyle otele gidip yatmayı düşünmeyin. Marakeş’teyseniz gece daha yapılacak çok şey var. Hemen meydandan bir arabaya atlayın ve kentin yeni kurulan bölümünden geçerek palmiye ağaçlarını geride bırakıp Chez Ali Fantasia’daki yerinizi mutlaka alın. Devasa çadırların altında ülkenin en güzel yöresel yemeklerini en güzel ortamda, en güzel sunum şekliyle ve en güzel yöresel müzisyenler eşliğinde yiyin. Bir Berberi paşasının rutin bir akşamına tanıklık edin. Kervandan kız kaçırmayı ve geleneksel düğün törenini izleyin. Hatta isterseniz en güzel Arap atlarından birine atlayıp meydanda dört nala giderken insanların yüreğini ağızlarına getirdikleri akrobasi gösterilerine katılın. İşte o zaman Fas ve Marakeş maceranız belleğinizin derinliklerinde hiç unutulmayacak şekilde yer edinsin.

FAS ŞEHİRLERİ

Kazablanka: Çevre yerleşimlerinide hesaba kattığımızda Kazablanka şehri beş milyona varan nüfusuyla Kahire ve Nijerya’nın başkenti Lagos’tan sonra tüm Afrika kıtasının üçüncü büyük kenti durumunda. 16. yüzyılda bölgeye gelen İspanyollar buraya “beyaz ev” anlamına gelen Casa- Blanca adını vermişler. O gün bu gündür de şehir bu isimle anılıyor. Kent bu gün diğer bir çok Fas şehrinde olduğu gibi eski ve yeni kent olarak iki bölümden oluşuyor. Bunun nedeni ise Fransızlar ülkeyi ele geçirdiklerinde surlarla çevrili olan ve “medina” denilen eski yerleşimlerin içine girmeyip onun dışında yeni bir yerleşim yeri açmış olmalarıdır. Özellikle Kazablanka limanı çevresinde ticaretin hızla gelişmesi sonucunda kent, Fas ekonomisinin merkezi haline gelmiş. Ülkenin sanayi sektöründeki işgücünün % 60’ı ile toplam üretimin % 40’ı tek başına Kazablankadan karşılanıyor. Akşam vakti yeni şehrin modern mekanlarını biraz turladıktan sonra şehrin adını tüm dünyaya tanıtan o ünlü “Casablanca” filminin çekildiği mekana gittik. 1942 ylılında yapılan ve Humphrey Bogart ile Ingrid Bergman’ın oynadığı film çoktan Hollywood klasikleri arasına girmiş. Dahası ABD Film Enstitüsü tarafından 2002 yılında tüm zamanların en iyi aşk filmi seçilmiş. Kazablanka’da görülmesi gereken en önemli yer dünyanın en büyük ikinci camisi ve en uzun minaresine sahip II.Hasan Camisi.. Burası II.Hasan hayattayken 1993 yılında tam 600 milyon dolar harcanarak tamamlanmış. Bu görkemli yapı ile ülkenin geleneksel ve modern yüzünü göstermeye özenmişler. Faslılar’ın çok gurur duydugu bu yapının mimarı ise bir Fransız. Kazablanka tarihi eskiye gitmeyen, bir sanayi ve ticaret kenti olduğu için görülecek yerleride fazla değil. Ain Diab bölgesi, şehrin batısında plajların ve güzel yazlık evlerin bulundugu bir yerleşim. Buradaki daha yuksek hayat standardı hemen göze çarpıyor. Ülkenin tüm şehirlerinde olduğu gibi buradada ekonomik durumu iyi olmayan kesimler Medina denilen eski mahallelerde oturuyorlar. Gelir dağılımındaki dengesizlik şehrin dışına çıktığınızda ortaya çıkıyor. Daha yi bir yaşam umuduyla gelip hayal kırıklığına uyrayan göçmenler, arka mahallelerde karton ve teneke barakarlarda hiç bir alt yapısı olmayan koşullarda hayata tutunmaya çalışıyorlar. Rabat: Son derece modern bir yoldan kuzeye giderek bir saat sonra ülkenin bu günkü başkenti olan Rabat’a ulaştık. Regreg Irmağı’nın ikiye böldüğü şehrin aşağı kısmı “Sale” adı verilen eski kentten oluşuyor. Yüksekte kurulan yeni şehir ise belki de tüm ülkenin en modern yüzünü yansıtıyor. Bu modenlik ise tamamen Fransız kültürünün bir eseri. Geniş bulvarları, modern kafeleri, bakanlıklar, büyükelçilikler ve Kraliyet Sarayı ile tam bir Avrupa kentini andırıyor. Başkentte görülmesi gereken en önemli yerler ise 12. yüzyılda bölgenin hakimi olan Yakup El Mansur döneminde başlanmış ancak tamamlanamamış olan Hasan Kulsesi ve çevresindeki stünlar ile ülkeyi Fransızlar’ın elinden alarak bağımsızlığına kavuşturan Kral V. Muhammed ve 1961-1999 yılları arasında uzun süre ülkeyi yöneten II. Hasan’ın mozalelerinin bulunduğu anıt mezar bulunuyor. Başkente gelenlerin mutlak görmesi gereken yerlerden biride Unesco tarafından koruma altına alınan Endülüs mimarisinin en iyi örneklerinin bulunduğu Kasbah des Oudaias Sokağı. Dar sokaklı, beyaz duvarlı, mavi kapılı evlerden mütevellit bu şeherin en eski sokağı ve o sokağın içinde buluan Endülüs Bahçesi mutlaka görülmeye değer yerlerden. Bahçede bir taraftan kahvenizi yudumlarken bir yandanda Regreg Irmağı ve onun öte yakasındaki eski kent ile hemen onun gerisindeki Atlas Okyanusu’nun geniş sahilinde sörf yapmaya meraklı gençleri seyredebilirsiniz. Rabat’tan çıkıp Fes’e doğru giderken birkaç saatliğine mola vererek 17. yüzylıda Melay İsmail tarafından başkent yapılan tarihi Meknes kentini de gezmek gerekiyor. Bab el Mansur adındaki görkemli kapıdan eski şehre girerek yüzyıllar öncesinden kalma mimari eserleri ve tarihi sokaklar ile ismail’in muhteşem haremini ziyaret edebiliriniz. Şehrin kuzeyinde bulunan ve miladın I.yüzyılında Roma İmparatorluğu’nun Afrika’daki başkenti olan Volibilis Antik kenti görülmeye değer. Bu bölgenin şarap ve zeytin yağı üretimiyle meşhur topraklarını geride bırakıp nihayet Fas’ın en orjinal yerel kültürünün sergilendiği Fes kentine ulaşıyoruz. Tarihin yerinde saydığı Ortaçağ kenti Fes Fes, yeryüzündeki Ortaçağ döneminden kalma islam kentleri içinde hiç bozulmadan günümüze kadar korunarak gelmiş en iyi şehirdir. Unesco’da bu özelliğinden dolayı etrafı surlarla çevrili kentin bu tarihi mekanını koruma altına almış ve dünya kültür mirası olarak kabul etmiş. Bu günkü Fes kenti üç bölümden oluşuyor. 9.yyda Araplar’ın gelmesiyle kurulan eski sehir Fes el-Bali; 600 yillik Fes el-Jedid ve Fransızla’rın işgali döneminde kurulan Fes el-Badi. Fes el Bali ya da şimdiki adıyla eski kent, Endülüs Emevileri dönemininin islam mimarisinin ve el sanatlarının günümüze kadar yansıyan izlerini taşıyor. Kent kurulduğu dönemde çağının en önemli islam bilginlerini, şairleri, tarihçileri ve filozofları yetiştirmiş. İbn-i Haldun ve Anadolu’yu da gezmiş olan ünlü islam gezgini İbn-i Batuta’da o dönemde yaşamış. Çok önemli eserlerle dolu olan bu eski kent yalnızca tarihi bir bölge olmanın ötesinde, geçmiş yüzyıllardaki yaşam kültürünü günümüzdede aynen devam ettiriyor. Toplam 9700 sokaktan oluşan bu tarihi mekanı gezmek için görkemli Bab-ül Celud kapısından girmek gerekiyor. Bu kapıdan içeriye adımınızı attığınız anda kendinizi 9,12 ve 16. yüzyılın derinliklerine doğru zamanda yolculuğun akışına ister istemez bırakıyorsunuz. Araçların giremeyeceği kadar dar olan sokaklarda taşımacılık eşekler ve atlarla sağlanıyor. Sokaklardan geçerken insanlar ezilmemek için ya dükkanlara giriyor ya da duvarlara yapışmak zorunda kalıyorlar. Buradaki en önemli yapı 9. yüzyılda dünyaca ünlü bilginler yetiştiren ve dünyanın en eski üniversitelerinden biri olan Karaviyin Camisi ve üniversitesidir. Ayrıca Attarin ve Ebu İnan Medresesi ve tarihi kütüphane hala hizmet vermeye devam ediyor. Tarihi mekanlardan sonra kendinizi labirenti andıran dar sokakların hakimiyetine bırakabilirsiniz. Burayı gezmenin en iyi yolu nereye gittiğinizi bilmeden kaybolmaktır. Kimi zaman kendinizi kınacılar sokağında, kimi zaman üzerinde süsleme ustalarının çalıştığı ahşap kapı ustalarının sokağında, kimi zaman yüzlerce yıllık olduğu her halinden belli olan küçük tezgahlarda el yordamıyla halı dokunduğuna tanıklık edebilirsiniz. İşte bu sokakları gezerken öyle bir yere gelirsinizki, işte o zaman iliklerinize kadar 12. yüzyılın havasını solursunuz. Bu sokak “Tanneries” denilen boyacılar ve sepiciler sokağından başkası değildir. Burada deri eşya satan dükkanların birinin çatısına çıktığınızda eğer kokusuna dayanabilirseniz gerçek bir ortaçağ görüntüsüyle karşılaşacaksınız demektir. Genç ve yarı çıplak işçiler birkaç dirhem kazanabilmek için içlerinde boya ve kimyasal maddeler bulunan toprak kuyulardaki taze derileri ayaklarıyla çiğneyerek temizleyip boyadıktan sonra deri atölyelerine götürüyorlar. Siz etraftaki kokudan birkaç saniye bile onları seyretmeye dayanamazken o gençlerin bu işleri nasıl yapabildiklerine şaşırıp kalıyorsunuz. Rehberimiz bu tarihi çarşıda yüz bin’den fazla dükkan olduğunu söylüyor. Bu dükkanların en çok rağbet görenleri raflara sıra sıra dizili, birbirinden güzel renk ve desende yapılmış terlikler. Birkaç saatlik zamanda yolculuğunuza son vermek istediğinizde Musevi mahallesini de gezdikten sonra kralın muhteşem sarayına dışarıdan şöyle bir bakıp, palmiyelerle süslenmiş geniş bir caddeden geçerek modern kentin şık bir mekanında kahve molası verebilirsiniz.

FAS: SAHRA’NIN KAPISI

Yolu bir şekilde Fas’a düşen herkes ne yapıp etmeli ve ülkenin boynunda bir gerdanlık gibi duran Atlas Dağları’nı aşarak dünyanın en gizemli coğrafyaları olan Büyük Sahra’ya mutlaka gitmeli; gitmeli ve yeryüzünün tüm karaları üzerinde insanda en fazla sonsuzluk duygusu uyandıran bu kum okyanusuna yüzlerini sürmeli. Ortaçağ kenti Fes’i geride bırakıp rotamızı Sahra Çölü’ne kırdığımızda yeryüzünde benim için en heyecan verici birkaç gizemli coğrafyadan birine daha gidiyor olmak beni büsbütün heyecanlandırmıştı. Bu heyecanı daha önce sadece dünyanın çatısı sayılan Everest’e ve Latin Amerika’daki Titikaka Gölü’ne giderken duymuştum. Zeytin ağaçlarıyla dolu verimli ovaları geride bırakıp Orta Atlaslar’a doğru bir süre tırmandıktan sonra İsviçre’nin karpostallarını aratmayan güzellikteki Ormanlık içinde kar manzaralı villaların bulunduğu İfrane kentinde kısa bir kahve molası verdik. Hali vakti yerinde olan Faslılar buraya yazın sıcaklardan korunmak, kışın ise kayak yapmak için geliyorlar. Bir süre sonra dağları karlı Atlasları ve palmiye ağaçlarıyla dolu Ziz Vadisi’ni geride bıraktığımızda artık Sahra’nın büyülü kapısı hafiften aralanmaya başlıyor. Fosfat madeni sayesinde çölün içinde bir endüstri abidesi gibi duran modern şehir Erraşhidia’yı geçip Küçük bir çöl kasabası olan Erfoud’a geldik. Yol burada sona erdiği için aracımızı boşaltıp bu defa 4X4 Jiplere binerek yolu olmaksızın düm düz araziden Paris- Dakar rallisi güzergahını takip ederek ülkenin Cezayir sınırındaki son yerleşimi olan kum tepeleriyle ünlü Merzouga’ya ulaşıyoruz. Sahra çölü’nün bu bölümünden sonra insan eliyle yapılmış herhangi bir motorlu taşıtla yol almanın bizim için pek mümkünatı olmadığı için yolun geri kalan kısmını çölün geleneklerine uygun olarak Bedevilerden kiraladığımız develerle devam ediyoruz. Erg Chebbi denilen ve yüksekliği 400 metreyi bulan kum tepelerinin derinliklerine doğru gün batımı manzarası eşiliğinde bir kervan misali sıra sıra dizilip çölün dipsiz derinliklerine doğru yol almak insanda tarif edilmez duygular uyandırıyor. Kum tepelerinin zirvesine vardığımızda develerimizden inip tam bir şölen havasına bürünen gün batımı manzarasını kayıtlarımıza geçirmek için denklanşörlerimiz devreye giriyor. Güneşin bu son demleri çölü baştan aşağı adeta kızıla boyuyor. Ortalıkta derin bir sessizlik var. Herkes kendini bu büyülü anın gizemine kaptırmış durumda. Bedevi çocuklar uyarmasa havanın karardığı kimsenin umurunda değil. Günbatımı manzarası şöleninin ardından dönüş yolunda bu defa deveyle çölde yaptığımız ve Samanyolu Galaksisi’nin tüm yıldızlarının bize eşlik ettiği gece yolculuğu günümüzü yemek üstü az şekerli kahve tadına dönüştürüyor. Bakmayın bizim Sahra Çölü dediğimize. Arapça’da Sahara zaten çöl demek. Hem öyle böyle bir çölde değil. Yerküre’deki tüm çöllerin içinde en büyüğü. Atlas Okyanusu’ndan başlıyor ve Hint Okyanusu’na kadar Afrika’nın çok büyük bir bölümünü kapsıyor. Tam tamına Türkiye topraklarının on katı büyüklüğünde. Ülkemizin dünyada toprak büyüklüğü bakımından 16. sırada olduğunu düşünürsek bu çöl denizinin ( pardon okyanusunun) ne kadar büyük olduğu anlaşılıyor. Çöl toprakları Fas, Batı Sahra, Moritanya, Cezayir, Tunus, Mali, Burkina Faso, Nijer, Nijerya, Çad, Libya, Sudan, Mısır, Etyopya, Eritrea, Djibuti ve Somali topraklarında bulunuyor. Hatta Arabistan çölü’nü de bu gruba dahil edebiliriz. Yengeç dönencesi ve 30 derece Kuzey enlemleri çevresindeki dinamik Yüksek basınç alanında oluşan bu büyük çölün jeolojik mazide eski bir deniz tabanı olması şimdilerde bir damla suya hasret olan bu toprakları bir kat daha gizemli kılıyor. “Ne yani; Sahra çölü’nün bulunduğu yerde eskiden koca bir deniz mi varmış? Yok daha neler?” diye şaşırabilirsiniz tabi ki. Ancak bilimsel veriler böyle söylüyor. Dahada ilginci ise 30 yıldır bu çölü araştıran Köln Üniversitesi”nden Stefan Kropelin’e göre Kuzey Afrika”yı kaplayan Sahra Çölü, 10 bin yıl önce yağmurların yıkadığı, sulak, yağışlı ve yeşil bitkilerin kök saldığı bir bölgeydi. Sahra”nın yaklaşık 5 bin yıl önce kurumaya başlamasıyla insanlar, Nil Vadisi”ne doğru göçtü ve Mısır uygarlığının temellerini attı. 5 bin yıl öncesinden itibaren bölgedeki kuraklığın sürekli artması nedeniyle çölün alanı kuzeye doğru 500 km daha genişlemiş. Günümüzdeki küresel ısınmayı dikkate aldığımızda çölün alanın hızla genişlediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Çok kurak olmasına rağmen yinede Güney Amerika’daki Atakama Çölü ile kıyaslandığında Sahra’nın daha yağışlı bir yer olduğu ortaya çıkıyor. Bunu adı geçen ülkelerin vahalarında yaşayan insanlardan anlayabiliyoruz. Atakama’da 400 yıldır yağmur yağmazken bu çölün birçok bölgesinde yıllık 100 mm yağış düşüyor. Hatta bu yağışlı dönemde küçük göletler bile oluşuyor. Çöl deyince insanın aklına büyük kum tepeleri geliyor. Ancak aslında dünyadaki bütün çöllerin sadece yüzde 15i’i bildiğimiz ince kumullardan oluşuyor. Geri kalan kısımlar parçalanmayı bekleyen kayaçlar ve yarı parçalanmış moloz yığınlarından oluşuyor. Çöle kadar gelmişken ne yapıp etmeli ve geceyi Sahra’nın koynunda geçirmeli. Bizde öyle yapıyoruz. Berberi girişimci İbrahim’in kum tepelerinin dibinde kurduğu çöl mimarili modern kervansarayda kaldık. Çölde yaşayan Tuaregler’e özgü kıl çadırlarda Bedevi kültürünün tüm inceliklerin yansıtan müzik ve dans gösterileri eşliğinde akşam yemeğimizi yedik. Ertesi gün tüm gün boyunca güneye doğru yol alıp bir başka çöl yerleşimi olan Zagora’ya varıyoruz. Bu şehir çölün biraz daha derinliklerinde olduğu için insanların ten rengi tamamen bütünüyle kömürleşiyor. Burası yüzyıllardır Transsahara Kervan Yolu’un çölden önceki son yerleşim yeri. Palmiyeli bir bahçede bölgenin en önemli yemeği olan etli tajin yemeği yedikten sonra Lonely Planet gezginlerinin dünyanın en güzel on rotasından biri olarak kabul ettiği Draa Vadisi boyunca palmiye ağaçlarının arasına serpiştirilmiş Bedevi köylerini gezerek Agdz’deki deve pazarını geride Fas’ın son yıllarda yıldızı hızla parlayan kenti Ouarzazate’e geliyoruz. Bu kentin meşhur olma sebebi ise tamamen beyaz perdeden ibarek. Son yıllarda burada çevrilen Cennetin Krallığı, Gladyatör, Nil’in Hazinesi, Cleopatra, Büyük İskender gibi dünyaca ünlü pek çok film bu kentte çekilmiş. Şimdilerde daha bir çok ünlü yönetmen, dev prodüksüyonlu filmler için çoktan kente gelmiş ve yeni mekan ve stüdyo bakmakla meşguller. Yerliler içinse bu durum önemli bir ekmek kapısı olmuş. Birkaç dolara bu filmlerde figüranlık yapmak hiç işi olmayan yerliler için önemli bir kazanç kapısı olmuş. Ayrıca ülkenin en güzel otelleride bu şehirde bulunuyor. Nedeni ise çok basit; dünyaca ünlü Holywood yıldızları buraya gelip haftalarca kalınca onlara uygun lüks otellerde şehirdeki yerini çoktan almış.

Mustafa Andıç



BÜYÜLÜ SAHRA ÇÖLÜ / FAS

Çayda akan su gibi, çölde esen yel gibi
İşte bir günü daha kayboldu ömrümün
Ben ben oldukça, iki günün gamını çekmem
Biri geçip giden gün, biri gelecek gün…

Ne kadar olduğunu bilmediğim ömrümün bir gününü geçirdiğim çöl, işte bu mısralarını hatırlattı bana Ömer Hayyam’ın. Ne geçip giden günü yakalamaktı amacım, ne gelecek güne koşmak… Sadece o an vardı düşlerimle kucaklaşan. Batmakta olan güneşin, bakıra belenmiş rengiyle ışıldayan kum tepelerine sırtını dayamış bayırları, develerin sırtında aşmak vardı. Çıplak ayaklarım çöl kumunun sıcak olması beklenen ılık zerreleriyle tanışırken, gözlerim bir ateş topu gibi batan güneşin parlaklığıyla kamaştı, güneş ardında mor, kırmızı, mavi, turuncu, pembe bir renk cümbüşü bıraktı.

Gündüzün yerini alan gece, gökteki yıldızları gümüş bir sim gibi kucağımıza serdi, yakılan kamp ateşinin çıtırtısı Berberi enstrümanlarından gelen tınıya karıştı, dansın ritmiyle sonlanan gün, sabahın ilk ışıklarıyla yeniden doğdu.

İki buçuk milyon yılda oluşmuş bu çöl bana insan ömrünün ne kadar kısa olduğunu bir kez daha hatırlattı. Hele öncesinde bu çölün bir deniz tabanı olduğunun kanıtı olan 350 milyon yıllık fosillerin bedevilerin çantalarından çıkarılarak bize tanıtıldığı an, kendimi 9 milyon km2’lik bu dev çölde bir kum tanesi gibi hissettim.

Atlas Okyanusu kıyılarından Kızıldeniz’e kadar uzanan Büyük Sahra Çölündeki erg adı verilen kum tepelerinden, çöl rüzgarlarıyla dünyanın dört bir yanına dağılan, mineralce çok zengin olan kum zerreciklerinin, tarım topraklarını nasıl zenginleştirdiği bilgisiyle donandım.

10 yıl boyunca yağmur düşmeyebilen bu çöldeki, kuraklığa dayanabilen bir tohumdan, yağan ilk yağmurla yeşererek kök salan çiçeğin önünde saygıyla eğildim.

Bu çöle Arapçada büyü anlamına gelen ‘’SAHARA’’ adının konması ardındaki gerçekle böylece tanışmış oldum.

Arzu Özkaner ÖZKUŞ

https://www.facebook.com/gezidostlariarzuozkus/

Önceki turlardan seçme fotoğraf ve videolar.