"KOLOMBİYA-EKVADOR-PERU-BOLİVYA"
02 MART - 14 MART 2018
Tungurahua volkanı
Kechua yerlilerinin yaşadığı ve onların el emeklerinden oluşan ürünlerin satıldığı dünyaca ünlü Otovalo Kechua pazarı
İspanyol generali Pizzaro tarafından tüm altınların eritilip ispanyaya gönderildiği Güneş tapınağı
2750 metredeki bir dağın tepesinde yer alan İnka şehri
3800 metre yükseklikte bulunan Dünya’nın en yüksek gölü
1 Mart Perşembe günü saat 23.00’te Atatürk Havalimanı THY kontuarı önünde buluşma ve gerekli check in işlemlerinden sonra 2 Mart Cuma günü saat 02.10’da THY ile Bogota’ya hareket. . Saatlerimizi 8 saat geri aldığımız için 08:20 de Bogota’ya varış. Valizlerimizi almadan havalimanında bizleri bekleyen özel araç ve yerel rehberimiz eşliğinde Bogota merkezine gidip güzel bir mekanda kahvaltı yapıp kısa bir dinlenme sonrası Bogota şehir turumuzu yapıyoruz. Plaza Bolivar meydanı, Parlemento binası, plaza de Arms Meydanı’nı ve tarihi Candelaria mahallesi ve renkli sokakları geziyoruz. Sonraki durağımız ise altın müzesi olacak. Akşam üzeri havalimanına gidiyoruz. Saat 20:20’da Kolombiya havayolu AVİANCA ile Ekvador’un başkenti Quito’ya uçuyoruz. 22:00’de Quito’ya varışımızın ardından havalimanında bizi bekleyen özel aracımızla 2700 metre yükseklikte bulunan Ekvador’un başkenti Quito’nun Taksim’i sayılan Amazonia bölgesindeki otelimize yerleşiyoruz. Konaklama Quito’da.
Kahvaltı sonrası yerel rehberimiz ve özel aracımızla birlikte, sırtını Pichinca volkanik dağına yaslamış olan Quito’yu keşfetmeye başlıyoruz. Eski ve yeni şehir olarak iki bölümden oluşan başkentin Dünya Kültür mirası listesinde yer alan Old Town’dan gezimize başlıyoruz. Plaza de İndependiancia, Placeo de Gabierno, Büyük Katedral, Kolonial Sanat Müzesi, Camillio Egas Sanat Müzesi, St Fransisco Manastırı, Güney Amerika’nın en görkemli kilisesi kabul edilen Churc of El Sagraraio’yu ve Şehri tepeden gören El Panecilolo statüsünü geziyoruz. Gece hep birlikte Amazonia’da yemek yiyoruz. Geceleme Quito’da.
Sabah otelde alınan kahvaltının ardından şehrin kuzeyinde yer alan ve dünyayı iki eşit parçaya bölen ekvator çizgisinin geçtiği Mitad Del Mundo’ya gidip iki ayağımızı iki ayrı yarım küreye koyuyoruz. Burada bulunan açık hava müzesini gezip ardından Güney Amerika’nın en önemli iki yerel kültüründen biri olan Kechua yerlilerinin yaşadığı ve onların el emeklerinden oluşan ürünlerin satıldığı dünyaca ünlü Otovalo Kechua pazarını gezip alışveriş yapıyoruz. Sonrasında havalimanına gidiyoruz ve yerel havayolları ile Lima’ya uçuyoruz. Lima’ya varışımızın ardından özel aracımızla otelimize transfer oluyoruz. Geceleme Lima’da otelde. (Otelimize yerleştikten sonra Mira flores bölgesinde gezmeye çıkıyoruz.)
Sabah kahvaltısının ardından otelden ayrılıyoruz ve özel aracımız ve yerel rehberimiz eşliğinde şehir turu yapıyoruz. Koloniyal dönemdeki Plaza De Arms Meydanı; katedrali, başkanlık sarayını ve turistik caddeyi geziyoruz. Sonrasında okyanus kıyısı üzerinden havalimanına gidiyoruz ve buradan yerel havayolları İnkalar döneminin dünyaca ünlü şehri Cuczo’ya varıyoruz. Özel aracımızla otelimize transfer oluyoruz. Otele yerleştikten sonra hep beraber güzel bir restoranda balık yemeye gidiyoruz. Geceleme Cuzco’da.
Kahvaltı sonrasında yerel rehberimiz eşliğinde yürüyerek İnka kültürünü yakından tanımak için kentin tarihi yapıları arasında topuk sürüyoruz. Pre-Colombian Sanat Müzesi, Katedral, İspanyol generali Pizzaro tarafından tüm altınların eritilip ispanyaya gönderildiği Güneş tapınağını ve sanat eserlerinin yapıldığı ünlü Hatunrumiyok Caddesini geziyoruz. Konaklama Cusco’da.
Sabah kahvaltısından sonra önce özel araçla Olantaytampo’ya gidiyoruz. Sonrasında ise trenle güzel vadilerden geçip. Güney Amerika’nın en önemli dünyanın da sayılı tarihi ve turistik mekanlarından biri olan ve kuruluş yeri itibariyle akıllara durgunluk veren İnkala’ın kayıp kenti Machu Picchu’ya gidiyoruz. Aquas Calientes’te trenden inerek otobüslere binip kayıp kente rahatça ulaşıyoruz. 2750 metredeki bir dağın tepesinde yer alan ve yapılışından yüzyıllar sonra 1911’de bir lama çobanının bulduğu bu efsane şehri rehberimiz eşliğinde İnkalar’ın tarihi ve kültürel yapısını da tanıyarak geziyoruz. (makinanızın şarjının dolu olmasına dikkat edin!) Dönüşte İnkalar’a ait başka bir şehir olan Urubamba Vadisi’nda kurulmuş Olnantaytampo şehrini ve ünlü tarım terasları geziyoruz. (Burada İspanyol generali Pizzaro’nun 167 kişi ile 80 bin kişilik İnkaları birkaç saat içinde yendiği savaş meydanını göreceği.
Sabah kahvaltısının ardından Güney Amerika tarihinin en büyük uygarlıklarından biri olan İnkaların başkenti ve onun çevresindeki kalıntıları ve yerel kültürü tanımaya çıkıyoruz. Başkenti tam tepeden görecek bir yükseltide bulunan Sacsayhuaman (seksi women!!) kale ve surlarını, Tambomachay kaplıcalarını, kenko tiyatrosunu geziyoruz. Daha sonra Cuzco’ya 1 saatlik mesafede bulunan Urubamba Vadisi etrafında kurulmuş yerleşmeleri geziyoruz. Burada bir lama çiftliğine uğruyor ve İnka kültürünü aynen koruyan bir köyü ziyaret ediyoruz. Öğle vakti yerlilerin el emeği ürünlerinin satıldığı Pisac kasabasını ve Pisac pazarını gezip alışveriş yapıyoruz. Öğleden sonra eski başkent Cusco’ya dönerek Plaza Mayo meydanının ve dar sokaklı çarşıları ve sanat galerilerini geziyoruz. Akşam yemekli ve eğlenceli bir İnka gecesine katılıyoruz. Konaklama Cuzco’da
Sabah kahvaltısın ardından Cuszo’ya veda ediyoruz. And Dağları’nın eteklerinden güneye doğru yol alırken, yollarda bol bol molalar veriyoruz. Bu molalarda yerel pazarlar, şelaleler gezerek ikindi vakti Titicaca Gölü kıyısındaki Puno kentine varıp göl kıyısındaki otelimize yerleşiyoruz. Sonrasında göl kıyısında küçük bir yürüyüş yapıyoruz. Konaklama Puno’da.
Kahvaltının ardından göl kıyısına gidip özel bir tekneyle yüzen ada Uroslar’a gidiyoruz. Burada kendine özgü bir yaşam süren geleneksel Uros halkının günlük yaşamını yakından görüyoruz. Sonrasında tekrar Punoya dönüyoruz. Puno’nun tarihi sokaklarını dolaşıyor ve akşam hep birlikte güzel bir mekanda yöresel müzik ve dans eşliğinde yemek yiyoruz. Konaklama Puno’da.
Sabah kahvaltının ardından ve iki saatlik bir yolculuk sonrası Peru’ya veda ederek Bolivya’ya geçiyoruz. Yine 3800 metre yükseklikte bulunan (Dünya’nın en yüksek gölü) Titicaca’nın Bolivya tarafındaki şirin yerleşim yeri olan Copacabana’ya varıyoruz. Otelimize yerleştikten sonra hemen kıyıda bizi bekleyen teknemize atlayıp göl içinde bulunan ve İnkalar için en kutsal yer olarak bilinen Güneş Adası’na gidip burada tanrı İnti’nin izlerini sürüyoruz. Akşam vakti Titicaca’nın muhteşem gün batımı manzarasını çektikten sonra birbirinden güzel ve şık restoranlardan birinde güzel bir akşam yemeği yiyoruz. Geceleme göl kıyısındaki otelimizde.
Sabah kahvaltısının ardından La Paz’a doğru yola çıkıyoruz. Gidişte göl kenarında güzel bir balık restoranında yemek yiyoruz. Yol boyunca kıtanın en eski yerlilerinde biri olan Aymaraların yerleşim yerlerinden geçiyor ve bunlardan birinde durup o kültürü yakından tanıyoruz. Öğleden sonra 3610 metre ile dünyanın en yüksek başkenti olan ve barış toprakları anlamına gelen La Paz’a ulaşıyoruz. Doğrudan güney boyunda keskin bir vadiden yol alıp 1 saat sora ülkenin en görkemli doğal güzelliklerinden biri olan ünlü Ay Vadisi’nin ilginç coğrafi şekillerinin bulunduğu kanyonu geziyoruz. Geceleme La Paz’da.
Sabah kahvaltısının ardından tam gün La Paz’ı geziyoruz. Otelimizin yakınında bulunan ve ülkenin tüm tarihine tanıklık eden Plaza Murillo Meydanı’na gidiyoruz. Evo Morales’in başkanlık sarayı, Katedral, San Fransisko Meydanı, Kültür ve sanat caddeleri, güzel sanatlar müzesini geziyoruz. Öğle yemeğini tarihi Torino restoranında alıyoruz. Öğleden sonra ise büyücüler çarşısını gezip sonrasında alışveriş için serbest kalıyoruz. Konaklama La Paz’da.
Günün ilk saatlerinde otelden ayrılıp havalimanına gidiyoruz. 03:35’te yerel havayolları ile Kolombiya’nın başkenti Bogota’ya uçuyoruz. Sabah Bogota’ya varışımızın ardından 09:50’de THY nin tarifeli seferiyle İstanbul’a hareket ediyoruz. Geceleme uçakta. Turumuz 15 Mart günü 10:05’te İstanbul Atatürk Havalimanı’nda sona eriyor.
Tura katılan kişi sayısı :
Yorum 2
Yorum 1
Yorum 2
Dünya’nın en yüksek başkenti La Paz’daki üçüncü günümü kentin tarihi mekanlarına ve yerel marketlerine ayırdım. Otelimin hemen üstünde bulunan Murillo Meydanı’ndan güne başladım. Meydanın iki yanında bulunan ve özel bir mimarisi olan Kongre binası ile başkanlık sarayı’nı izin verilen ölçülerde gezdim. Hemen yanındaki büyük katedral ve onun bir köşesinde bulunan Sanat Müzesi de görülmeye değer yerlerdi. Birkaç sokak ilerleyip kentin belkide en çok görülmeye değer yerlerinden biri olan gümüş ve altının işlenme serüveninin anlatıldığı müzeye gittim. Yanındaki bir başka müzede yüz yıl boyunca bütün komşularıyla yapılan savaş anlatılırken yine çok ilgimi çeken enstrüman müzesine girdim. Başta And Dağları’nın milli müzik aleti olan pan flütün her türlü versiyonu olmak üzere birbirinden iliginç yüzlerce enstrüman bulunuyordu. Tarihi mekanları bitirdikten sonra bir başka meydan olan San Fransisco Kilisesi’nin arkasındaki Sagarnaga yokuşunu çıkarak yerel kültürün her türlü ürünlerinin satıldığı market ve dükkanların bulunduğu sokakları turladım. Bu sokalardan en ilginci Cadılar Pazarı. Bu pazarda her türlü büyücülük malzemeleri satılıyor. Özellikle İnka kültüründe büyücülük çok yaygınmış. Tarihten beri bu bölgede en önemli büyücülük malzemesi ise ölmüş lama yayrusu ya da lama ceninleri. Bazı dükkanların önü Pacahamam denilen bu lama fetuslarıyla dolu. Değişik bitki kökleri ve bu fetuslar büyünün dışında tedavi amaçlıda kullanılıyor. Bu bölgedeki ara sokaklardan hangisine girerseniz girin sizi şaşırtacak bir şeylerle mutlaka karşılaşıyorsunuz. En ilginci ise; sebze ve meyvelerin satıldığı sokak marketlerindeki alıcı ve satıcı kadınlerın görüntüler. Yine hepsi geniş etekli, kalın örme kazaklı, aynı renk ve desende kumaşlardan yapılmış sırtı bohçalı, kafası fötr şapkalı ve uzun fistanlarına sarılmış mutlaka birer çocuk bulunuyor. Bu asil görüntüleriyle kadınlar kendilerine bakan insanlarda derin bir saygı uyandırıyor. Onlarla göz göze geldiğinizde gururlu bakışları ve hayata ttutunuşları karşısında duyduğunuz saygı bir kat daha artıyor ve içinizde önlerinde eğilme isteği beliriyor. Uzakdoğu’nın en fedakar kadınlarının bulunduğu Çinhindi coğrafyasında olduğu gibi bu coğrafyalarda da aile hayatının önemli bir yükü kadınların sırtına yüklenmiş durumda. Her biri bir köşe başını tutmuş. Kimi el örgüsü kazaklarını, kimi koca bir tencerede yaptığı yemeği, kimi kendine has bir yöntemle sıktığı meyve sularını, kimi şifa veren çeşitli otları, kimi haşladığı mısırları, kimi bahçesinden topladığı çeşitli sebzeleri satarak çocuklarının karnını doyurmaya çalışıyor. Şimdi bu inanlara saygı duyulmazda ne yapılır? Yolunuz bu bölgeye düşmüşken mutlaka birde Koka Müzesi’ne uğramanız önerilir. Bu ülkede hükümetler devirecek kadar büyük öneme sahip koka bitkisinin serüveni ve bir çok kullanım alanı örnekleriyle anlatılıyor. Koka’nın bu kültürde yüzlerce kullanım alanının olduğunu görüyorsunuz ama bu ülkede onca koka olmasına rağmen yapılmayan ve kullanılmayan tek şey kokain. O halde Morales’in söylediği gibi Amerika istiyor diye niye vaz geçsinler bu denli önemli bitkilerinden. Kentin renkli sokaklarını gezerken tamamen buraya özgü bir olayı daha farkettim. On gün boyunca bu ülkenin hem Şili hem Arjantin kesiminden başlayıp bir çok köy kasaba ve şehrini dolaştım ama bu ülkede insan hayatının, giyiminin, kuşamının, kır ve şehir arasında hatta başkentte bile hiç değişmediğini gördüm. Diğer Latin ülkelerinin başkentlerine gittiğinizde genellikle Avrupa tarzı mimariler ve modern giyimli insanlarla karşılaşırken, burada başkentte olmanıza rağmen ülkenin en kırsal kesiminden bile insan figürlerini sokaklarda alabildiğine görebiliyorsunuz. Gezdiğim onca ülkenin farklı yüzlerini tanımak için mutlaka kırsal kesimlerinede gitmeyi yeğler ve modern kentlerin yaşamlarının arkasına gizlenmiş hayatlara tanıklık etmeye çalışırdım. Oysa bu ülkede başkentin kalbinin attığı sokaklarda bile Andların eteklerinde yaşayan en orjinalinden Aymara köylülerinin yaşantısına da tanıklık edebiliyorsunuz. İşte La Paz’ı diğer dünya kentlerinden ayıran en önemli özellik bu. Bu özelliğiniden dolayı Latin Amerika’yı görmeyi planlayanların mutlaka La Paz’ı da progrmalarına dahil etmeleri gerekiyor. Çünkü bu kentin sokakları Güney Amerika’nında en orjinal sokaklarını oluşturuyor. Burada her köşe başı ayrı bir ekonomik ve sosyal hayatın izlerine yansıtıyor. Başkentin yansıttığı tüm bu orjinalliğe ramen yinede önceki hükümetlerin izlediği politikaların sonucunda ülkenin doğal zenginliklerini kullanarak belirli bir ekonomik güce ulaşan küçücük bir azınlığın yaşadığı lüks semtlerde yok değil. Yerli halktan arınmış olarak yaşayan Avrupa kökenli Bolivyalılar’ın yaşadığı 20 de Octubre Caddesi ve onun çevresi etrafı yüksek duvarlarla çevrili lüks villaları ve son derece modern yapılmış dev iş merkezleriyle bir Avrupa semtinden farksız görünüyor. Yolunuz bu semte düştüğünde ortalıkta yerel kültürden eser kalmadığını görebilirsiniz. Özel güvenliklerin önünde nöbet tuttuğu son derece lüks alışveriş merkezileri ile şık restaurant ve kafeler’in önüne park etmiş pırıl pırıl otomobillerin içinden çıkan bakımlı gençlere rastlamanız mümkün. (Her ne kadar Moralesi’in iktidara gelmesiyle bir bölümü Amerika ve Avrupaya gitmiş olsa da.) MORALESLE YÜZ YÜZE 16 Temmuz, La Paz’ın kuruluş yıldönümü. Kutlamalar bu akşamdan başlayıp yarın akşama kadar devam edecek. Plaza Murillo’daki yerimizi aldık. Bu sırada mahşeri kalabalık çoktan geçiş törenine başlamıştı. O da ne? Uzaktan baktığımda geçiş yapan gruplar protokolün önündeki aprona çıkmış olan Evo Morales’i selamlıyorlar. O anda geçiş yapan tüm grupları yararak protokolün tam karşısındaki yerimi aldım. Gerçekten de bir Aymara yerlisi. İlk bakışta insana başkanmış imajı vermiyor. Bunda giydiği sıradan bir kazak ve montun da etkisi var. Yüzünde çok doğal ve samimi bir ifade var. Saatler ilerledikçe protokolün önünden geçen grupların renkliliği artıyor. İtfaiyecilerden dağcılara, meslektaşları lama çobanlarından koka üreticisi çiftçilere, ülkenin her türlü sosyal ve ekonomik özelliklerini yansıtan, bir ölçüde meslek loncalarının geçişleri yapılıyor. Meydanı dolduran halkın gözü ise gruplardan çok Moralesi’in üzerinde. Ara sıra ona bağlılıklarını belirten sloganlar atıyorlar. Gecenin ilerleyen saatlerinde sayın başkanla ertesi gün yapılacak olan resmi törende yeniden karşılaşmak üzere meydandan ayrıldım. Ertesi gün La Paz’ın kuruluşunun 177. yıldönümünü hep birlikte kutlamak için yeniden başkanlık sarayının önündeki yerimizi aldık. Tören ilk olarak meydanın ve başkanlık sarayının hemen yanındaki kilisede başladı. Bu defa ona daha da yaklaşıp yakından fotoğraflarını çekebilmek için bir yolunun bulup basın mensuplarının içine dalarak en uygun pozisyonumu aldım. Baş rahibin uzun konuşması en çok başkanı sıkımş olacak ki; sıkıldığı yüz ifadesine tamamen yansıyordu. Kah ayağını uzatıyor, kah esniyor, kah uyumamak için gözlerini ovuşturuyor. Doğrusu bir başkanın tüm objektifler üzerindeyken bile bu kadar doğal davranabildiğine şaşmamak elde değil. Bense bu uzun konuşmadan faydalanıp başkanın kendi özel arşivim için kare kare fotoğrafını çekiyorum. Halkın beğenisi bir kenera askerler bile Morales’e büyük saygı gösteriyorlardı. Aslında o bir bakıma sadece Bolivya’nın şimdiki lideri değil, beş yüz yıllık bir hasretin sonucu iktidara gelmiş tüm Latin Amerika’nın yerli halklarının başkanlığını temsil ediyordu. Akşam vakti gün batımında başkenti yüksek bir tepeden seyretmek için havaalanı yolundaki Manzara Tepesi’ne çıktım. İllimanı Dağı başkentin üzerine asılmış değerli bir tablo gibi duruyordu. Onun gölgesindeki şehir ise etrafı kırmızı tuğlalı sıvasız gecekondularla çevrilmişti. Bir futbol sahasında futbol yerine köpek yarışları yapılıyordu. Sanki bir tepeden değilde bir uçağın camından ya da 4000 metre yüksekseğe çıkıp bir paraşütten seyrediyordum başkenti. La Paz’a gelenlerin mutlaka buraya gelip şehri temaşa etmelerini öneriyorum. Dönüşte buraya özgü ön tarafı kamyonların ön kısmı gibi uzun olan renkli mi renkli minibüslerdenbirine bindim. Şehrin caddelerindeki özgünlüğün en önemli göstergelerinden biri de bu şehir içi yolcu minibüsleri. Çok eski yapım olmalarına rağmen renk ve desenleriyle o kadar şirinler ki herhangi birine nereye gittiğini sormadan atlayıp beş on kuruşa yolculuk yapabilirsiniz. Yolunuz buralara kadar düşmüşken birde la Paz’ın biraz dışında bulunan Valle La Luna’ya (Ay vadisi) gitmeniz gerekiyor. Şehrin güneyindeki dere yatağından ilginç yer şekillerini geçerek bir süre tırmandıktan sonra Ay vadisi’ne ulaşılıyor. Vadi gerçekten de görülmeye değer. Hele de gün batımında gitmişseniz. Hem akarsu aşındırması hem de sel sularının biriktirmesiyle oluşmuş konglomeraların yol açtığı birbirinden ilginç yer şekilleri var. Bazı bölümler ise peribacalarını andırıyor. Bir tek üstündeki bazalt taşları eksik. Derin çukurluklar, dev çıkıntılar bölgeyi albenisi yükseki bir kanyon haline geitiryor. Aşırı yıkanmadan dolayı tuzlaşmış yüzeylerde dev kaktüslerede restlamak mümkün. Ara sıra minibüslerde buraya gelip gidiyor ama taksiyle gitmek daha uygun. Bolivya’da taksiler çok ucuz. Şehir içinde gittiğiniz her yer en fazla 20 Bolivyanos tutuyor. Bu da üç TL’yi geçmiyor.
Titicaca Gölü’nün Bolivya ağayını tamamladıktan sonra karayoluyla Güney Amerika gezimin bir sonraki durağı olan Peru’ya geçmek için sınır kapısına geldim ve daha önce İtalya’dan aldığım vize ile Peru’ya giriş yaptım. (Peru diğer Güney Amerika ülkelerinin aksine Paraguay ile birlikte Türkiye’den vize istiyor ve bu vizede ancak İtalya’dan alınabiliyor). Gerek sınır kapısında karşılaştğım görevliler, gerekse eski bir minibüsle Juli kasabasına kadar yaptığım yolculuk sırasında edindiğim ilk izlenimler bu insanların Bolivyalılar’dan biraz farklı olmasıydı. Burada insanlar çevrelerine karşı daha ilgisiz, daha soğuk bakışlı ve tenleri daha siyahtı. Peru’nun nüfusu Bolivya’nın üç katına yakın olduğu için (29 Milyon) haliyle ortalık daha kalabalıktı. Hiç vakit kaybetmeden Juli’den bir başka araca binerek Titicaca Gölü’nün bu kez Peru kıyılarını seyrederek (bol miktarda sazlık ve su kuşları var) iki saat sonra göl kıyısındaki tüm yerleşmelerin en büyüğü olan Puno’ya geldim. Puno, Titicaca ile İnka medeniyetinin başkenti Cusco arasında bir geçiş sahasında yer aldığı için tarih boyunca önemini korumuş eski bir kent. Ayrıca Titicaca Gölü ile en çok bağlantısı olan yerleşim birimi. İspanyollar’ında vakti zamanında çok önem verdikleri kentin merkezi koloni döneminin derin izlerini taşıyor. Öte yandan tüm Latin Amerika’ya dağılmış bir halde yaşayan Keçhua yerlilerinin de esas mekanı burası. Yeri gelmişken biraz Keçhua yerlilerinden bahsedelim: Keçhualar, (Quechua) Güney Amerika‘nın And Dağları eteklerinde kızılderili yerlileriyle yakın akraba olan ve kendi etnik dillerini konuşan bir yerli halk. Bu gün Güney Amerika’da bulunan ve sayıları iyice azalan yerli nüfus içinde belki de en göze batan grup Keçhua yerlileri. Tarih boyunca başlarına gelen bir çok olumsuzluklara rağmen şimdilerde kıtanın bir çok ülkesine dağılmış olsalar bile tarih sahnesinden çekilmemişler. Keçhualar kendi dillerini ‘Runa simi’ olarak adlandırıyorlar. (runa “insan” simi “kelime“) Bu dilin konuşulduğu bölge, Kolombiya‘nın güneyinden başlayarak, Ekvador‘un büyük kısmını da içine alıp, Peru ve Bolivya üzerinden Şili ve Arjantin‘in kuzeyine kadar uzanıyor. Konuşanların büyük bölümü Peru’nun güneyindeki yüksek bölgelerde daha ziyade dağınık bir halde yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlarDiğer ülkelerde ise çoğunlukla yok sayılıyor ve toplumdan kopuk bir halde sarp coğrafyalarda hayata tutunmaya çalışıyorlar. Tüm kıtada keçhua dili tahminen 7 milyondan fazla insan tarafından konuşuluyor. Bu da onu Güney Amerika’nın en çok konuşulan yerli dili haline getiriyor. Kıtada, İspanyolca ve Portekizce’den sonra konuşanların sayısı bakımından üçüncü sırayı alıyor. Keçhua dili İspanyolca’nın yanında Peru ve Bolivya‘nın resmi devlet dili içinde yer alıyor. Güney Amerika’nın bazı büyük üniversitelerinde ise yabancı dil olarak öğretiliyor. Çarşı pazar bir kaç saat Puno’yu dolaştıktan sonra İnka İmparatoru yüce Atahualpa ile olan randevuma geç kalmamak için sosyeteye karışıp yalnızca turistlerin bindiği, yerlilere göre lüks sayılabilecek bir otobüse atlayıp kuzey yollarına düştüm. Dağlar bayırlar aşarak geceyarısı efsanevi İnka İmparatorluğu’nun başkenti Cusco’ya ulaştım. 28 Milyonu aşan nüfusu ve ülkemizin bir buçuk katı büyüklüğündeki Peru’nun resmi başkenti İspanyol generali Pizzaro’nun kurduğu on milyona yakın nüfusu ile kuru bir kalabalıktan öte bir özelliği olmaya Lima olsa da ülkenin turistik başkenti tabi ki Cusco. Kenti gezmek için buraya gelmişseniz yer bulmakta zorlansanız da ne yapıp edip meydanın çevresindeki küçük otellerden birine kapağı atmaya çalışmalısınız. Hele de meydana bakan bir oda bulmuşsanız ne mutlu size. Günün her saatinde ahşap ve süslemeli ağaç işinden yapılmış balkonunuzdan meydanda 24 saat süren kesintisiz hayatı seyretmek mümkün. Deniz seviyesinden 3326 Metre yüksekte bulunan Cusco’ya (Machu Picchu’dan daha yüksek.) İnkalar, ‘Güneşin Kutsal Kenti’ demişler. Ülkedeki tüm yolları birbirine bağladığı için ‘göbek bağı’ anlamına gelen Cusco’yu şahin başlı bir pumanın vücudu şeklinde inşa etmişler. Dinsel ritüellerin ağır bastığı kentin bir çok bölümüne ‘Huaca’ adını verdikleri dini mekanlar ve tapınaklar yapmışlar. Ancak İspanyollar, bunların hepsini ya yıkmışlar ya da kiliseye çevirip halkı da zorla katolik yapmaya kalkmışlar. Şimdilerde ülkede hıristiyanlık çok yaygın olsa da özellikle bu bölgede yaşayan yerlilerde atalarından kalma eski inanışların izlerine hala rastlamak mümkün. Şehri gezmeye ilk olarak Plaza de Armas Meydanı’ndan başlıyorum. Meydanın hemen yanında bir zamanlar İnkalar’ın altın sütunlarla süslediği Güneş Tapınağı’nın yerinde İspanyollar’ın yaptığı Santa Domingo Kilisesi yer alıyor. Tapınağın altınları ise daha o zamanlar gemilere yüklenip çoktan Sevilla’daki hazine depolarına gönderilmiş. Bu büyük yapının dışında başka tapınak ve büyük tarihi binalarda mevcut. Bu arada meydanın dört bir yanında gökkuşağı şeklindeki Cusco bayraklarının asıldığını görüyorum. Halk bir hafta sonraki (28 Temmuz) bağımsızlık gününü kutlamaya hazırlanıyor. Yani Simon Bolivar’ın Pizzaro ile başlayan Peru istilasına 1821’ de son verdiği tarihin yıl dönümünü büyük bir coşkuyla kutlayacakları günün gelmesini bekliyorlar. Meydanın çevresindeki iki katlı küçük binaların alt katları tamamen seyahat acentalarına ayrılmış durumda. Şehrin arka sokaklarını gezmek için meydandan biraz uzaklaştığınızda sırtlarında el dokuması pançoları, kafalarında yuvarlak şapkaları ile İnkalar’ın torunları olan Keçhualı kadın ve çocukların günlük hayatlarını görebilirsiniz. Bazı sokaklar ise hala Akdeniz kültürünün mimari izlerini taşıyor. Koloni döneminde İspanyolların kurduğu mahalleler hiç bozulmadan günümüze kadar gelmiş. Arnavut kaldırımlı sokaklarda yürürken ahşap balkonlu ve cumbalı evleri, farklı desen ve renklerde birer sanat eseri olan kapıları ve o kapıları aralayıp içeri girdiğinizde geniş bir avlusu olan iki üç katlı tarihi konaklar sizi karşılıyor. Bu konakların alt katları şimdilerde birer sanat atölyelerine ve turistik eşya satan dükkanlara dönüştürülmüş durumda. Cusco, Güney Amerika ülkelerine yapacağınız gezi sırasında asla açlık çekmeyeceğiniz nadir kentlerden biri. Şehrin meydanını sarmalayan tüm sokaklarda dönerci de dahil olmak üzere dünyanın her türlü mutfağından örneklerin verildiği restoran ve kafeler yer alıyor. Güneş topraklarındaki ikinci günüm kentin yakın çevresindeki antik kalıntıları ve buralarda yaşayan yerlilerin günlük hayatlarına tanıklık etmekle geçti. Şehirden aldığımız günlük turla bir minibüsü dolduran gezgin arkadaşlarımla birlikte bir hayli komik ve konusuna hakim genç rehberimiz Fredy eşliğinde güneş çocuklarının izlerini sürmeye devam ettik. İlk durağımız Sacred Valley’de bulunan ‘Sacsayhuaman kalıntıları’ oldu. İnkalar için çok önemli olan bu mekan bir pumanın başı şeklinde yapılmış. (kentin geri kalan kısmı ise pumanın gövdesini oluşturacak şekilde tasarlanmış). İkinci durağımız Urubamba Nehri’nin bulunduğu vadinin yamaçlarında yer alan bir lama çiftliği oluyor. Çiftlikte her tür lama yetiştiriliyor. En sevimlileri ise boyları daha küçük olan çoğu beyaz tüylü alpakalar. Çifliğin orta yerinde geleneksel tezgah kurup alpaka yününden halı dokuyan Kechua kadınlarına rastlıyoruz. Burada yaşayanlar geceleri kamış çubuklardan yaptıkları ve üzerini otlarla kapattıkları çadıra benzer küçük evlerde kalıyorlar. Üçüncü durağımız ise Urubamba kıyısında kurulmuş ve hala yerlilerin yaşadığı antik kent Pisak oluyor. Kentin yamacındaki İnkalar’dan kalma yüzlerce teras günümüzde de tarla olarak kullanılıyor. Kechualar bu teraslarda hala patates, mısır ve diğer bitkileri yetiştirerek geçimlerini sağlarken, bir yandan da bu terasları görmeye gelen turistlerden para kazanmak için kurulan büyük bir yerel pazarda her türlü ilginç eşyaları satıyorlar.
Dünya’nın ikinci büyü sıradağları olan And Dağları’nın yüksek kesimlerindeki vadilerde 12. ile 16. yüzyıllar arasında yaşamış olan ve “dört bucağı birleştiren” anlamına gelen İnkalar, İspanyol istilasına kadar, 10 milyona yakın olduğu sanılan nüfusluyla bu günkü Bolivya, Peru, Ekvador, Arjantin ve Şili’nin büyük bir bölümüne hakim olan güçlü bir imparatorluk kurdular. İnkalar, bu büyük imparatorluğu kurarken daha önce bölgede kurulmuş olan, Naskalar ile Titicaka Gölü çevresinde kurulmuş olan ve dev bloklardan yapılma büyük taş yapılar ile tanınan (sonraları İnka sanatının temelini oluşturacak) Tivanaku ve Variler’den çok etkilenmişler. Bu uygarlıkların birikimlerini daha da geliştirerek Andları çevreleyen geniş bir coğrafyada hayal edilemeyecek büyüklükte bir imparatorluk yarattılar. O ana kadar bölgede kurulan uygarlıklardan hiç biri bu kadar geniş topraklar, bu kadar çeşitli yapıda araziler, bu kadar çok insan, bu kadar çok etnik grup üzerinde mutlak egemenlik sağlayamamışlar. O dönemin koşullarına göre böyle bir hakimiyeti sağlamak idari ve örgütsel bir dehayı gerektiriyordu. İşte o deha da İnkalarda vardır. Onlar hakim oldukları bütün toprakları 40 bin km’yi bulan büyük bir yol ağıyla “göbek bağı” adını verdikleri kutsal kentleri Cusco’ya bağlayan bir anayol sistemi kurmuşlar. Halkın sadece kutsal devlet için çalışmasını sağlamışlar ve bu çalışmalar sonucu elde edilen ürünleri titizlikle kayda geçirip depoladıkları gibi adil bir şekilde dağıtmayı da ihmal etmemişler. Üstelik tüm bunları alfabeleri olmadığı halde yapmışlar. İnkaları dünyadaki diğer tüm uygarlıklardan ayıran yegane özellik işte budur. Çünkü alfabe kullanmadan bu denli işlevsel ve büyük bir imparatorluk o döneme kadar ve ondan sonra da kurulmamıştır. İnkalar’ın yazılı bir tarihleri olmadığı için bu gizemli imparatorlukla ilgili tüm bilgiler sözlü tarihten öteye geçemiyor. Yerlilerin 16.yüzyılda bölgeye gelen İspanyol tarihçilerine anlattıkları bu bilgilerin dışında bölgede yapılan arkeolojik çalışmalar da her geçen gün bu medeniyet hakkında yeni ve daha sağlıklı bilgilerin ortaya çıkmasına neden oluyor. Mevcut bilgilerden hareketle kısa bir İnka yolculuğuna çıkalım İnka medeniyetinin ortaya çıkışı daha ziyade dinsel bir efsaneye dayandırılır. Bu efsanenin de temelleri daha önce kısaca anlatıldığı üzere Titicaca Gölü içinde bulunan Güneş ve Ay Adaları’nda atılmıştır. Güneş Tanrısı İnti’nin yeryüzüne gönderdiği oğlu Manco Capac (İlk İnka kralı) gelecekte nerede yaşayacaklarını belirlemek için altın okunu kuzeye doğru fırlatır. Bu ok Cusco’da bu günkü Santa Domingo Manastırı’nın bulunduğu yere saplanır. İşte bunu tanrı İnti’nin bir işareti sayan kral Manco tam okun düştüğü yere ‘İnticancha’ adını verdiği güneşin evini inşa eder ve karısı Mama Ocllo ile buraya yerleşerek ‘Güneşin Kutsal kenti’ adını verdiği Cusco’da imparatorluğun temellerini atar. Ancak İnkalar’ın gelişip güçlenmesi için birkaç neslin daha geçmesi gerekecektir. 1438 yılında İnka İmparatorluğu’nu tarih sahnesine en parlak şekilde çıkaracak kişi “yeri titreten” lakaplı kral Pachacuti’dir. Bu kudretli kral, kendine karşı gelen tüm farklı toplulukları dize getirdikten sonra güneydeki Tivanaku’nun dini merkezlerini fethedip atalarının geldiğini düşündüğü Titicaka Gölü çevresini ele geçirir ve topraklarını iyice genişletir. Elde ettiği güçle Cusco’yu önemli bir merkez olacak şekilde yeniden ve çok daha ihtişamlı bir şekilde inşa eder. Merkezi otoriteyi güçlendirdikten sonra İnkalar, Pachacuti ve Tupa İnca zamanında 50 yıl boyunca topraklarını sürekli genişleterek büyük bir imparatorluk haline gelirler.1493 yılına gelindiğinde toraklarının sınırları kuzeyde bugünkü Kolombiya sınırından başlayıp güneye doğru 4000 km uzanarak Arjantin ile Şili’ye kadar uzanır. Nüfusu ise 10 milyonu geçer. İnkalar’ın And Dağları’nın sarp coğrafyalarında bu denli geniş topraklarda ve o döneme göre büyük bir nüfus üzerinde mutlak egemenlik kurabilmeleri için geniş bir yol ağına sahip olmaları gerekiyordu. Bunun bilincinde olan krallar tüm topraklarını birbirine en kısa yollardan bağlayacak şekilde 40 bin km’yi bulan bir kara yolu ağı geliştirdiler. Bir kısmı taş döşenerek yapılan bu yolları en kestirme şekilde başkent Cusco’ya bağlarlar. Kayaları oyarak kısa tüneller, tahtadan köprüler, gelişmiş bir haberleşme sistemi, belli aralıklarda kurulu posta istasyonlarına ulaklar haber taşırlar ve yollarda kervansaraylara benzeyen dinlenme evleri inşa ederler. Merkezdeki Cusco’yu eyaletlere, onları da tüm tarımsal üretimlerin depolandığı ambarlara bağlarlar. Anayollardan birini dağlardan diğerini deniz kıyısından geçirip, taşımacılığı lamalarla sağlayarak günde 50 km’lik yolu 50 kiloluk yüklerle aşarlar. Buna rağmen öteki kıtalarda yaşayanlara göre önemli bir dezavantajları da vardı, çünkü onlar henüz at ve tekerlekli arabayı kullanmayı bilmiyorlardır. İnkalar, çatıları tahta kirişler üzerine saman örtülü, altın süslemeli tonlarca ağırlıkta taşlardan yapılmış büyük taş kaleler ve tapınaklar yapmışlar. Halk genellikle duvarları kerpiçten, çatıları samandan yapılma küçük evlerde yaşayıp, basit tezgahlarda lama yünlerinden duvar halıları dokurlar. Pamuklu dokumaları o kadar incedir ki, İspanyollar bunları ipek sanırlar. Kemik ve bambudan flüt, toprak ve deniz kabuklarından borazan ve tunçtan eşyalarda kullanırlar. Eski Mısırlılar gibi İnkalar’da ölülerini mumyalamışlar, onlarda Mısırlı firavunlar gibi güneşle yakın bir bağ kurmuşlar. Bütün imparatorlar güneş tanrısı İnti’nin çocukları kabul edilmiş. Bu yüzden güneşin hareketlerini dikkatle izlemişler, hatta bir güneş saati bile yapmışlar. Matematik hesaplamalarında düğüm yöntemi kullanmışlar ve bu şekilde tüm ülkede alınan yıllık ürünü, doğum, ölüm gibi istatistiki bilgileri arşivlemişler. Tohum ekme ve hasat dönemlerini de Ay’ın hareketlerine göre belirlemişler. Dağların eteklerinde teraslama yöntemiyle tarım yapmışlar, dünyada ilk patatesi de onlar yetiştirmişler. Yine yerlilerin İspanyol tarihçilerine anlattıklarına göre İnkalar’da on ailelik gruplar kendilerine bir önder seçer, önderler bir şefin sorumluluğunda olurmuş. Her şefin buyruğunda beş önder bulunur ve bu düzen hepsinin önderi ve yöneticisi olan İmparatora kadar hiyerarşik bir şekilde uzanırmış. Bu efsane imparatorlukta halk belirli bir yaşama ve çalışma düzenine uymak zorunda bırakmış. Tüm halk ürettiklerinin belirli bir kısmını İmparatora ve rahiplere vermek zorundadır. İnka İmparatorluğu boyunca And halkları kutsal yerlerde “Huaca” adını verdikleri tapınaklar inşa ederler. Huacalâr ruhani gücü olduğuna inanılan mekânlardı. Bunlar mağaralarda, su kaynaklarında, büyük kayalarda, tepelerde, pınar ya da köprü yakınlarında ve dağların doruklarında yapılırdı. Bu huacalar’da adaklar çok yaygındı. En popüler adaklar koka yaprağı dolu sepetler, renkli deniz kabukları, lamalar, alpakalar, mısır birası, bez, metal heykelcikler ve bazen de bakire kızlar ve çocuklardı. Peru’da Arequipa yakınlarında Ampato’da bulunan arkeolojik kalıntılar çocukların kurban edildiklerinin bir kanıtıdır. Ampato kızı görkemli tüylü bir başlık, çanak çömlek, kaşıklar, ahşap kupalar, giyimli metal heykelcikler, yiyecek ve güzel kumaşlarla gömülü bulunmuştu. Başkentte yapılan büyük şenliklerde güneş tanrısı İnti adına lamalar ve insanlar kurban edilirdi. Yerel bir yöneticinin çocuğunu kurban edilmek üzere vermesi, hem İnka devletine hem de taptıkları yaratıcı tanrılara bağlılığının kanıtıydı. Ama tarihi bir kural parlak İnka İmparatorluğu içinde geçerlidir: ‘Her yükselişin bir çöküşü olur.’ İnkalar’ın tahta çıkan yeni kralı Atahuallpa’nın yanında bulunan rahipler geleceğe yönelik kehanetlerde bulunmalarıyla ün salmışlardı. İnkalar’ın yok oluşunu anlatan bir efsaneyi Rupert Furneux adlı yazar ‘‘Kayıp uygarlıklar’’ adlı kitabında şöyle anlatıyor: Bir gün İnka İmparatoru Atahuallpa, Ay’ın etrafında üç halka görünce başrahip Ilaica’yı çağırıp bunun anlamını sorar. Başrahip, “Ah efendim! Söyleyeceğim sözler için beni bağışlayın. Annemiz Ay, ileride başımıza büyük felaketler geleceğini haber veriyor. Ay’ın etrafındaki ilk halka kan kırmızısı renginde. Bu bizim çok kanlı bir savaşa girişeceğimizi açıklıyor. Siyah daireyse, bu savaşı kaybedeceğimizi belirtiyor. Üçüncü halkaysa, duman rengi ve hafif. Bu da dinimizin, imparatorluğumuzun, yasalarımızın tıpkı rüzgarda bir duman gibi dünya üzerinden kaybolacağını gösteriyor.” İmparator, başrahiple diğer rahiplerin bu yorumuna çok kızar. Daha sonra haber salarak bütün kabilelerdeki ünlü büyücü ve müneccimleri getirtir. Ancak, gelenlerin hepsi de aynı sözleri tekrarlar. İnka İmparatorluğunun sonu yaklaşmaktadır. İmparator geceleri endişeden uyuyamaz hale gelir. Nitekim önce İnkalar’ın başkenti Cuzco’da arka arkaya bir kaç deprem olur. Bir iki hafta sonra da başlarında kana susamış, cahil ve açgözlü Pizarro’nun bulunduğu İspanyollar, Peru’ya ayak basarlar. Artık İnka İmparatorluğu’nun hızlı çöküşü yakındır.